TÜRKİYE’DE BÜYÜMENİN EKONOMİ POLİTİĞİ (2004)

Yrd. Doç. Dr. İsmail ŞİRİNER
Kocaeli Ün. İİBF. İktisat Böl

Yılmaz DOĞRU
Kocaeli Ün. SBE, İktisat Böl.
Doktora Öğrencisi

TÜRKİYE’DE BÜYÜMENİN EKONOMİ POLİTİĞİ:
BÜYÜME POLİTİKALARININ TEORİK TEMELLERİ VE TÜRKİYE EKONOMİSİ’NİN BÜYÜME DİNAMİKLERİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME


“Bütün teoriler gerçekçi olmayan varsayımlara dayanır. Onları teori yapanda budur. Başarılı teorileştirme sanatı, nihai sonuçların çok hassas olmadığı kaçınılmaz basitleştirilmiş varsayımlar yapmaktır. Kritik bir varsayım sonuçların ona hassas olarak bağlandığı varsayımdır ve kritik varsayımın mantıksal olarak gerçekçi olması önemlidir. Teorinin sonuçlarının özel kritik varsayımdan özellikle uzaklaştığı görülürse, varsayım belirsiz (güvenilmez), sonuçlar kuşkuludur[1]”.

                             Robert M. SOLOW

GİRİŞ


İktisat biliminin bir alt disiplini ve esas konusu faktör birikiminin ve üretkenlikteki artışın ekonomik nedenlerinin belirlenmesi, modellenmesi ve bunlardan iktisat politikası sonuç ve önerilerinin türetilmesi olan büyüme iktisadı 1970’li yılların başında kaybettiği ilgiyi tekrar kazanarak toplumların ve iktisatçıların gündemini işgal etmeye devam etmektedir. Özellikle 1980’li yılların ortalarından itibaren iktisadi büyüme üzerine araştırmalarda yeni bir çıkışa tanık olunmaktadır.Bu alanda öncü çalışmalar Paul Romer (1986) ve Robert Lucas (1988) tarafından yapılmıştır. Bu araştırmalarda hareket noktası uzun dönemli ekonomik büyümenin belirleyicileri olan temel etmenlerin neler olduğunun analiz edilmesidir.

Dünya ekonomisi ile birlikte Türkiye ekonomisi de büyümenin altın çağı (Keynesyen Altın Çağ) olarak anılan 1946-1973 döneminde gerçekleşen büyümenin altında ve giderek daha da azalan bir büyüme seyri izlemektedir. Türkiye özelinde büyüme olgusuna bakıldığında, özellikle 1980’li yıllardan sonra dışa açık büyüme modeli olarak adlandırılan ve temel stratejisi ihracata dayalı büyüme olan bir iktisat politikası ile ithal ikameci politikalar terk edilerek yeni bir yola girilmiştir. Bu  süreçte büyüme hızının azalması yanında oldukça volatil bir büyüme temposu gerçekleşmiştir. Ekonominin istikrarlı bir büyüme gösterememesi, sık sık ekonomik bunalımlarla sekteye uğrayan büyüme süreci, uzun vadeli büyüme için gerekli olan sermaye birikimi ve derinleşmesinin                 -sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının- önündeki en önemli engeldir. Bundan dolayı ekonomik büyümenin belirleyicilerinin araştırılması konjonktüre karşı izlenen para ve maliye politikalarından çok daha önemli olmaktadır.

Bu çalışmada amaç, Keynesyen ve Neoklasik Büyüme Modellerinin teorik temellerini incelemek[2] ve bu çerçevede Türkiye Ekonomisi’nin yakın dönem (1980-2003)  büyüme dinamiklerinin genel bir değerlendirmesini yapabilmektir.

Büyüme Teorilerinin Tarihsel Gelişimi


Kronolojik olarak modern büyüme teorisinin hareket noktasını Ramsey’in (1928) klasik makalesi[3] oluşturmaktadır. Mikro ekonomik bazda, hane halklarının zaman içinde tüketim fonksiyonlarından hareket ederek büyüme teorisine yaklaşan Ramsey[4] hane halkının opitimizasyon davranışı analizini büyüme teorisi çerçevesinde irdelemiştir. Ramsey’in zamanlar arası fayda fonksiyonu büyüme yazınında, Cobb-Douglas üretim fonksiyonu ile ilişkilendirilerek göz önüne alınmaktadır. Bununla birlikte Ramsey’in yaklaşımı 1960’lara kadar iktisatçılar tarafından fazlaca ön plana çıkarılmamıştır[5]. Ramsey’e göre, sınırsız zaman boyutunda yaşayan hane halkı tasarruflarını kuşaklar arası tüketim ve tasarruf  kararlarına dayalı olarak, dönemler arası tercih fonksiyonuna göre yapmaktadır. Yani ekonomik birimler davranışlarını birbirini takip eden dönemler boyunca ulaşılan tatminlerin bir fonksiyonu olarak aldıkları kararlarla biçimlendirmektedirler. Sosyal refah toplumdaki insanların faydalarının toplamıdır. Şimdiki kuşaklar gelirlerinin tamamını tüketirlerse, yani hiç tasarruf yapmazlarsa gelecek kuşaklar için gelir üretecek bir sermaye kalmaz. Keynesyen ve Neoklasik büyüme modelleri ise şu soruya açıklık getirmek üzere açılımlarda bulunmaktadırlar: Toplumlar mutluluğu en kısa yoldan nasıl yakalarlar? Tüketimi azaltarak ve daha çok sermaye üreterek. Ne kadar çok biriktirilirse toplum o kadar kısa zamanda mutluluğa ulaşır. Ancak bu kendi tüketimlerinden fedakarlık eden, ilk kuşaklar için adaletsiz bir durumdur. İlk kuşaklar fedakarlık ederek kayba uğrarlar[6]..Ramsey’in esas problemi bugünkü tüketimden sağlanan fayda ile bugün tüketmekten vazgeçerek gelecekte elde edilecek tatmini dengelemektir.

Keynesyen Büyüme Modeli (Harrod - Domar Modeli)


Harrod (1939) ve Domar (1946) tarafından ayrı ayrı geliştirilen ve aralarında çok az farklılık olduğu için Harrod-Domar Modeli olarak bilinen bu model büyüme iktisadının kökenini oluşturmaktadır. Harrod-Domar Modeli Keynesyen anlamda yatırımların talep ve kapasite yaratma yönlerinin bir arada ele alınmasından doğmuştur.

Keynes’in genel teorideki analizi her ne kadar kısa dönem dengesi sorunlarına yönelmekte ise de, aynı zamanda dinamik bir büyüme teorisinin önemli unsurlarını da içermektedir. Bunlar, birikimin iki temel değişkeni olan yatırım ve tasarruftur. Yatırımlar Keynes’te kısa dönem dengesinin nerede oluşacağını belirleyen, gelirden bağımsız, talep yaratan bir harcamadır. Ancak yatırımların bu niteliği yanında önemli bir özelliği daha vardır; üretim ve çıktı kapasitesi yaratması. Yatırımlar üretim kapasitesine yapılan bir ilave olduğu için, sadece talep yaratıcı rolü ile mevcut kapasitenin hangi ölçüde kullanılacağını belirlememekte; aynı zamanda kapasite yaratma yönü ile üretim olanaklarını da artırmaktadır[7]. Öte yandan her yıl aynı miktar yatırım yaparak dengeli büyümenin sürdürülmesi olanaksızdır. t dönemdeki tam istihdam gelirinin t+1 dönemdeki bütün üretimi kapsayacak hacimde bir satın alma gücünü temsil etmeyeceği ortadadır. Dengeli büyümenin gerçekleşmesi için, gelirin ve yatırımların bir dönemden diğerine artan bir seyir izlemesi gerekir, çünkü Harrod olgun kapitalist ülkelerin, eninde sonunda sürekli deflasyon açığıyla karşılaşma olasılığına işaret eder[8].

Harrod-Domar modeline göre büyümenin temel sorunu; gelirin mevcut tasarrufları emmeye yeterli bir yatırım artışına olanak verecek bir düzeye çıkıp çıkamayacağıdır. Büyüme sürekli olarak net yatırımların yapılmasını gerektirir. Yatırımlar gelir artışı tarafından yapıldığına göre, büyüme süreci içinde yatırımlar, çıktı kapasitesinin ve çıktının artmasına, bu da yeni yatırımların yapılmasına yol açmaktadır. Bu sürecin kesintisiz sürebilmesi için, yatırımın ortaya çıkardığı çıktı artışının (arzın) talep tarafından emilmesi gerekmektedir. Yatırımların sağladığı kapasite artışı, çoğaltan sonucunda ortaya çıkan talep ile dengelendiği zaman, gelir ve talep bekleyişleri gerçekleşmiş; planlanan miktardan ne fazlası ne eksiği üretilmiş ve satılmış olacağından bu süreç, arz-talep ve yatırım-tasarruf dengesinin sağlandığı bir büyüme süreci olarak ortaya çıkacaktır. Buna ilaveten işgücü piyasasında sürekli olarak arz-talep dengesi sağlanıyorsa: istihdam, gelir düzeyi, işgücü arzı ve üretim kapasitesi gibi makro-bütüncül değişkenler sürekli olarak belli ve sabit bir oranda artacak ve ekonomi uzun dönem durağan durum dengesine oturarak sabit bir hızda genişleyecektir. Bu koşullar altında uzun dönem dengesi bir büyüme dengesi haline gelecek. Bu ideal bir denge durumudur. Ancak eylemde ekonominin dengeli büyüme düzeyine ulaşma ve bunu sürdürmesi olanaksızdır. Çünkü mal ve işgücü piyasasında aynı anda dengenin sağlanmasını gerektirecek herhangi bir sebep yoktur. Yani Harrod, Keynes’in kısa dönemde veri üretim kapasitesinin ve veri işgücünün tam istihdamını sağlayacak bir mekanizmanın var olmadığı yargısına, uzun dönem tahlili açısından ulaşmaktadır; uzun dönemde tam istihdamda sürekli ve dengeli büyümeyi sağlayacak bir mekanizma, kapitalizmde mevcut değildir[9].

Denge durumunda piyasasının verdiği sinyaller doğru olduğu halde dengesizlik durumunda piyasa sinyalleri, girişimcileri dengesizliği artırıcı davranışta bulunmaya yöneltecektir. Dengenin gerektirdiğinden daha fazla yatırım yapıldığı zaman, yani beklenen büyüme oranı denge büyüme oranını aştığı zaman, dönem sonunda talep fazlası ortaya çıkmakta; talebin büyüme oranı çıktının büyüme oranını aşmakta ve stoklar erimektedir. Talep çıktıdan büyük olduğu için, bu girişimcileri gereği kadar yatırım yapmadıkları sonucuna ulaştıracak ve eriyen stokları yenilemek ve talebi karşılamak için yatırımlar daha da artacaktır. Yatırımlar zaten dengenin gerektirdiğinden fazla olduğu için bu artış, talebin büyüme oranını, çıktının büyüme oranının daha da üzerine çıkaracak; ekonomi giderek denge büyüme oranından uzaklaşacaktır. Talep fazlası başlangıçta stoklardan karşılansa bile bunun giderek artması bu olanağı da ortadan kaldıracağı için fiyatlar sürekli olarak artmaya başlayacak ve ekonomi enflasyon sürecine girecektir[10]. Bu süreç içinde, her dönem sonunda arz-talep dengesi, stok değişmeleriyle değil fiyat artışıyla sağlanacaktır[11]. Denge büyüme oranının gerektirdiğinden az yatırım yapıldığında da süreç tersine işleyecektir. Böylece, denge büyüme oranı bir tarafı enflasyon diğer tarafı deflasyon uçurumu olan bir bıçak sırtı meydana getirmektedir. Diğer bir deyimle, kapitalist sistemin dengede büyümesini sağlayacak bir oran var ise de bu denge, karasız bir dengedir.

Harrod-Domar düşünce çizgisinin karakteristik ve güçlü sonucu,uzun vadede bile ekonomik sistemde büyümenin en iyi şekilde bıçak sırtında dengede olacağıdır. Anahtar parametrelerin büyüklüğü —yatırım oranı, sermaye-hasıla oranı, işgücü artış oranı― ölü merkezden (denge noktasından) yavaşça kayar, sonuç ya işsizliğin artması yada uzun süreli enflasyon olarak ortaya çıkar[12]. Ancak modelin ortaya koyduğu ölçüde bir kararsızlık, kapitalizmin tarihsel gelişiminde gözlenmemektedir.

Neo-Klasik Büyüme Teorisi


Neo-Klasik büyüme teorisi, nüfus artışına ve teknolojik değişmeye tasarruf, yatırım ve ekonomik büyümenin nasıl cevap verdiğini açıklamaktadır. Bu teori 1956’da birbirinden bağımsız olarak ABD’li Solow ve Avusturyalı Swan tarafından geliştirilmiştir[13]. Tam istihdama ulaşmada gerekli dinamik koşulları araştıran Neoklasik büyüme modelleri Cobb-Douglas tipi bir üretim fonksiyonu yardımıyla uzun dönem durağan durum büyüme oranının dışsal teknolojik gelişmeler tarafından belirleneceği ve teknolojik gelişme olmadığı sürece sıfır olacağı sonucuna varmaktadır. Teknolojik gelişme ise rastlantısal bilimsel buluş ve yeniliklere bağlıdır. Bunun yanında uzun dönemde tam istihdamın sürdürülmesi de yine modele dışsal olan tasarruf oranı ve nüfus (işgücü) artış oranları tarafından belirlenmektedir. Cass (1965) ve Koopmans (1969)’ın tasarruf oranını içselleştiren yaklaşımları da temelde Solow tarafından varılan sonuçları değiştirmemekte; temel sonuçlar aynı kalmaktadır[14].

Gerek Solow gerekse diğer Neoklasik büyüme modellerinin varsaydığı uzun dönem durağan durum büyüme oranın sıfıra yaklaşacağı ve ülkelerin uzun dönem reel büyüme oranlarının birbirine yakınlaşacağı tezleri tarihsel veriler tarafından doğrulanmamaktadır[15]. Bunun nedeni, modelde teknoloji düzeylerinin ;diğer bir deyişle üretim teknolojilerinin bütün ülkelerde aynı olduğu varsayımının yapılmasıdır.

Neoklasik büyüme modelinin sorunları üç başlık altında toplanabilir[16]:

1.     Ülkelerarası farklılıkların önemi: Kıt beşeri ve fiziksel sermaye stokları ile Az Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkeler, Gelişmiş Ülkeleri yakalayamazlar. Ülkelerin faktör donanımlarını; modelin öngördüğünün tersine farklı olması sermayenin marjinal verimliliğinin de farklı olması sonucunu doğuracaktır.

2.     Yakınsama oranı: Modele göre yoksul ülkelerin sermaye stoku küçük olduğundan sermayenin marjinal getirisi daha yüksek olacak ve yoksul ülkeler daha kısa sürede durağan duruma ulaşacaklardır. Oysa yapılan çalışmalar daha çok aynı gelişmişlik düzeyindeki toplumlarda yakınsamanın gerçekleşebileceğini; fakir ülkelerin ise zenginlerle aralarındaki gelir farklılıklarının iyice açılacağını göstermektedir[17].

3.     Getiri oranı: Modele göre yoksul ülkelerin sermaye stoku küçük olduğundan sermayenin marjinal getirisi daha yüksek olacak, buna bağlı olarak kar ve faiz oranı da yüksek olacak ve zengin ülkelerden yoksul ülkelere sermaye akışı olacaktır. Fakat ülke verileri sermayenin ulusal gelirdeki payının gelişmiş ekonomilerde daha yüksek olduğunu ve bu sermaye hareketinin gerçekleşmediğini ortaya koymaktadır.

Bu üç problemde de ortaya çıkan temel sorun sermayenin ulusal gelirdeki payının önemli bir role sahip olduğudur. Çünkü sermayenin ulusal gelirdeki payı ne kadar yüksek olursa ortalama çıktıdaki azalma o oranda yavaşlar.

Neoklasik büyüme modellerinin geçerliliğini yitirmesinin en önemli nedenlerinden birisi tam rekabet varsayımına dayanmasıdır[18]. 1950’li yılların sonlarındaki ve 1960’lı yıllardaki Neoklasik büyüme teorileri bu modellerin eksikliğini kabul etmekte ve teknolojik ilerlemenin dışsal olarak belirlendiğini varsayarak bu boşluğu gidermektedir[19]. Bu değişkenin teoriye eklenmesi uzun dönem pozitif bir büyüme oranı ile koşullu yakınsama öngörülerini bağdaştırmaktadır. Fakat Teknik ilerlemenin Neo-Klasik çerçeveye oturtulması güçtür. Çünkü teknik ilerlemeyle standart rekabet postulası bağdaşmamaktadır. Teknolojik ilerleme yeni fikirlerin yaratılmasını içerir. Yeni fikirlerin kısmen rakibi yoktur. Dolayısıyla yeni fikirler kamusal malların bir yönüdür[20]. Verili bir üretim düzeyinde üretim faktörlerinin birleşimi için ölçeğe göre sabit getiri geçerlidir. Fakat yeni fikirlerin (buluşların-yeniliklerin) üretime katılması ile üretimi marjinal maliyete eşitleyen eski üretim yöntemleri ticari değerini kaybederler. Üretime katılan yenilikler sayesinde ekonomide ölçeğe göre sabit getiriden ölçeğe göre artan getiriye geçilir. Bu geçiş sürecinde ise tam rekabet postulası geçerliliğini yitirir. Eğer yenilikler sürekli olursa eksik rekabet de süreklidir. Yenilikleri ilk kullananlar eski üretim yöntemini kullananlara karşı bir rekabet avantajı kazanırlar.

Türkiye Ekonomisinde Büyüme Hızının Gelişimi ve Büyümenin Kaynakları


Tarihsel verilerin ışığında bakıldığında, apolitik birer analiz aracı olan büyüme modelleri büyümenin dinamikleri konusunda fikir vermekle beraber büyüme olgusunu ve dinamiklerini tek başına açıklayamayacakları görülmektedir. Bundan dolayı büyüme olgusunun gerçekçi bir analizinin politik süreçlerden soyutlanamayacağını belirtmek gerekmektedir.

Türkiye ekonomisinde büyüme olgusu analiz edilirken, faydalı olabilecek bir diğer nokta da; 1980 yılından itibaren dışa açık büyüme modeli olarak adlandırılan Neoliberal ekonomi politikaları benimsenmesine rağmen planlama yaklaşımından tamamen vazgeçilmemiş olmasıdır. Yine uzun vadeli stratejik plan, buna bağlı beş yıllık kalkınma planları ve kalkınma planlarının uygulamasına yönelik olarak yıllık uygulama programları yapılmaktadır. Burada planların amacı, yol gösterici olmak ve hükümetlere yatırım ve harcamalarında doğru karar vermesi için fikir vermektir.



Tablo 1: Planlanan ve Gerçekleşen Büyüme Hızları


1979-83
4. BYP
1984 Yıllık Plan
1985-89
5. BYP
1990-94
6. BYP
1995 Yıllık Plan
1996-2000
7. BYP
Tarım
Hedef
5,3
3,5
3,6
4,1
2,5
3,3
Gerçekleşme
0,3
0,5
0,8
1,6
0,2
1,7
Sanayi
Hedef
9,9
6,6
7,5
8,1
4,9
6,9
Gerçekleşme
2,4
9,9
6,5
3,8
12,1
4,0
Hizmetler
Hedef
8,5
4,5
6,5
6,7
4,3
6,0
Gerçekleşme
2,6
7,9
5,0
4,1
6,3
4,5
GSMH (Piy.Fiy.ile)
Hedef
8,0
6,1
6,3
7,0
4,4
6,3
Gerçekleşme
1,7
7,1
4,7
3,5
8,0
3,8
Kaynak: DPT; Ekonomik Ve Sosyal Göstergeler 1950-2001 http://www.dpt.org.tr, 8.11.2003

Türkiye’de ekonomik büyümeyi anlamak açısından planlarda öngörülenler ile gerçekleşenleri  karşılaştırmak yararlı olacaktır. Bu açıdan hazırlanan Tablo 1 beş yıllık kalkınma planları hakkında bir fikir vermektedir. Tablo 1’de görüldüğü gibi, 1995 yılında, beş yıllık kalkınma planının hazırlanmasında problem yaşandığından yıllık program hazırlanmıştır. 1995 yıllık programı 1994 ekonomik krizinin ardından uygulamaya konulduğundan tarım sektörü hariç, diğer sektörlerde program hedefleri geçilmiştir. Bunun dışında bütün dönemlerde hedeflenenin altında sektörel büyümeler gerçekleşmiştir. Ayrıca Tablo 2’de de görüldüğü gibi özellikle 1980 yılından bu yana Türkiye ekonomisi büyüme eğilimi açısından oldukça volatil bir seyir izlemektedir.

Tablo 2: Gayri Safi Milli Hasıla
YILLAR
MİLLYAR TL.
CARİ FİYATLARLA (MİLYAR $)
%DEĞİŞİM
(1987 FİYAT.)
CARİ FİY.
1987 FİY.
1980
5.303
50.870
69,749
-2,8
1981
8.023
53.317
72,775
4,8
1982
10.612
54.963
65,937
3,1
1983
13.933
57.279
62,193
4,2
1984
22.168
61.350
60,759
7,1
1985
35.350
63.989
68,199
4,3
1986
51.185
68.315
76,464
6,8
1987
75.019
75.019
87.734
9.8
1988
129.175
76.108
90,975
11,4
1989
230.370
77.347
108,679
1,6
1990
397.178
84.592
152,393
9,4
1991
634.393
84.887
152,352
0,3
1992
1.103.605
90.323
160,748
6,4
1993
1.997.323
97.677
181,994
8,1
1994
3.887.903
91.733
131,137
-6,1
1995
7.854.887
99.028
171,979
8,0
1996
14.978.067
106.080
184,724
7,1
1997
29.393.262
114.874
194,360
8,3
1998
53.518.332
119.303
205,978
3,9
1999
78.282.967
112.044
187,664
-6,1
2000
125.596.129
119.144
201,484
6,3
2001
176.483.953
107.783
147,062
-9,4
2002
275.032.366
116.338
182,794
7,8
2003
356.680.888
123.165
238,533
5,9
2004*
174.175.957
59.692.977
124.084
13.5
* İlk altı aylık verilerdir. Kaynak: DPT, Ekonomik Ve Sosyal Göstergeler 1950-2003, http://www.ekutup.dpt.gov.tr, 2004 Verileri, DPT, http://www.die.gov.tr/TURKISH/SONIST/GSMH/100904.xls. 30/10/2004

Ekonomik büyüme oranı, farklı ekonomilerin performanslarını karşılaştırmada kullanılan temel kriterlerden birisidir. Kayıtların iyi tutulduğu bir ekonomide yıllık olarak hesaplanan büyüme oranı ekonominin mal ve hizmet üretme yeteneğinin nasıl bir seyir izlediğini ortaya koymaktadır. Bir toplumun varlığını devam ettirebilmek için gerekli mal ve hizmetleri ne düzeyde üretebildiği ve bu üretimi ne oranda sürekli kılabildiği, en sağlıklı biçimde büyüme rakamlarından izlenebilir. Aslında yıllık mal ve hizmet üretimindeki artış brüt bir orandır. Ekonominin gerçek performansını görebilmek için ülke nüfusundaki değişme de hesaba katılmalıdır. Bir ekonominin mal ve hizmet üretiminin artış oranı ile ülkedeki nüfus artış oranı arasındaki fark net kişi başına büyüme oranını verir

Türkiye ekonomisinin uzun dönem büyümesine ait 1987 yılı fiyatlarıyla hesaplanmış büyüme oranları ve kişi başına yıllık reel GSMH artış oranları Tablo 3’de görülmektedir. Tablodan da görüldüğü gibi 1980 ve sonrasında gerek GSMH büyüme hızı gerekse kişi başına reel GSMH büyüme hızı giderek düşmektedir. Dolayısıyla 1973 Dünya Petrol Bunalımı ve Keynesyen Kamu Politikalarının tıkanmasıyla ortaya çıkan duruma paralel olarak Türkiye ekonomisi de dünya ekonomisindeki genel trende uygun davranmaktadır. Tablo 3’de 1923-2002 dönemini kapsayan yaklaşık 80 yıllık dönemde Türkiye’nin önemli bir GSMH büyümesi göstermesine rağmen kişi başına büyüme hızının bunun oldukça altında kalmasının nedeni nüfus artış hızının büyümeyi olumsuz etkileyen sonucudur[21].

Tablo 3: Türkiye Ekonomisini Uzun Dönem Büyüme Performansı

DÖNEM
BÜYÜME HIZI (%)
KİŞİ BAŞINA BÜYÜME HIZI (%)
1923-2002
4,9
2,7
1923-1979
5,5
3,1
              1923-1949
5,1
3,2
              1950-1979
5,8
3,1
1980-2002
3,7
1,6
              1980-1989
4,0
1,7
              1990-2002
3,4
1,5
Kaynak: Türkiye Ekonomi Kurumu, Tartışma Metni, 2003/5 (Büyüme Stratejileri), Http://www.tek.org.tr, 23.02,2004.




Yatırımlar ve Fiyat İstikrarı


GSYİH rakamlarının orta ve uzun dönem büyümesi için bir anlam ifade edebilmesi yatırımların sektörel dağılımı ve dönemsel artış oranlarının bilinmesini gerektir. Çünkü sermaye birikimi, teknolojik gelişme ve istihdam artışı ekonomik büyümenin temel belirleyicileridir. İstihdam artışının önemli ölçüde yatırımlara bağlı olması teknolojik gelişme ve sermaye birikimi faktörlerini ekonomik büyümenin kritik unsurları haline getirmektedir[22]. Tablo 4’de Türkiye’nin 1963-2000 **** dönemine ait sektörel yatırım dağılımı ve yatırımların sektörler itibariyle artış oranları verilmiştir. Tarımsal yatırımların göreceli olarak azalması büyüme açısından olumlu olarak yorumlanabilecek bir gelişme olmasına rağmen sanayi yatırımlarında 1983 sonrası yaşanan sürekli azalma büyümeyi olumsuz etkilemektedir. Yatırım artış oranlarındaki bu azalışın önemli nedenleri, kamu açıkları dolayısıyla KİT’lere gerekli yatırımların ve teknoloji yenilemelerinin yapılmaması, fiyat istikrarsızlığının (yüksek enflasyonun) özel sektör sanayi yatırımlarını engellemesi ve ithalatta kontrolün gevşetilmesinin olumsuz etkileridir.

Tablo 4: Yatırımların Sektörel Dağılımı (%)

Sektörler
1963-67
1968-72
1973-77
1979-83
1985-89
1990-94
1996-2000
2001-2003*
Tarım
11,2
8,7
8,3
7,7
6,1
4,9
5,0
4,4
Sanayi
38,5
42,4
45,8
46,1
30,5
25,6
25,7
29,4
Hizmetler
50,2
48,8
46,0
46,2
63,3
69,5
69,3
66,2
Ana Sektörlerde Yatırım Artış Oranları (%)
Tarım
14,5
2,0
16,0
1,2
-2,0
-1,0
-0,4
-0,8
Sanayi
10,9
13,9
13,2
-4,5
-0,6
3,1
4,8
3,2
Hizmetleri
7,5
8,9
11,3
-4,2
15,5
6,4
4,6
1,2
Kaynak Şeref Saygılı, Cengiz Cihan, Hasan Yurtoğlu: Türkiye Ekonomisinde Sermaye Birikimi, Büyüme ve Verimlilik, 1972-2000, Ankara: DPT Yayınları. Yayın No:2665, Aralık 2002, ss. 45-46.
* 2001-2003 Verileri http://ekutup.dpt.gov.tr/tg, 30.10.2004 verilerinden hesaplanmıştır.

Bir ekonominin performansını ölçmede en sık kullanılan göstergelerden bir diğeri fiyat hareketleridir. Fiyatlar genel seviyesinin yükselmesi, ekonominin dengelerinin bozulmasına, geliri sabit kesimler aleyhine gelir dağılımının kötüleşmesine, geleceği belirsizleştirerek yatırımların spekülatif alanlara kaydırılmasına ve borç verenleri zarara uğrattığı için de kredi piyasasının olumsuz etkilenmesine neden olur. Böylece fiyatlar genel seviyesinin büyük dalgalanmalar göstererek yükselmesi veya düşmesi sağlıklı bir ekonomi için istenmeyen durumdur. Enflasyon oranı yüksek olan ülkeler, genellikle ekonomileri iyi yönetilmeyen ülkelerdir[23]. Ağırlıklı olarak 1980’li yılları dikkate alındığında Türkiye açısından enflasyonun ilgili dönemde %60’larda olduğunu söylemek mümkün. 1980-2000 yılları arasında dünya enflasyonun Türkiye ve Doğu Avrupa ülkeleri hariç genelde düşüş eğiliminde olduğu söylenebilir. 1980 sonrası dünyada enflasyon düşüş eğilimine girerken Türkiye’de yüksek düzeyini korumaya ve yükselme eğilimini sürdürmeye devam etmiş, 2003 yılı itibariyle enflasyonda düşme gerçekleşmeye başlamıştır.

Kamu Kesimi Dengesi


Türkiye’de özellikle planlı dönemden itibaren kamunun ekonomi içindeki ağırlığı artmıştır. Kamu büyük yatırımlara girişirken tasarrufta bulunmamıştır. Böylece yetmişli yılların sonundan itibaren kamu açığı artarak devam etmiş ve bu açıklar yüksek enflasyon ve faiz sarmalında ekonomiyi kırılgan hale getirmiştir. Teorik olarak ifade edersek gelirlerini aşacak şekilde devlet harcamalarının artması kısmi veya genel dengesizlik yaratabilecektir. Kısmi dengesizlik bir veya birkaç sektörde talep ile arz arasındaki dengesizlikle oluşmaktadır. Ancak bu sektörlerin ekonomi içindeki payları ve tamamlayıcı sektörlerle olan ilişkileri doğrultusunda kısmi bir dengesizliği, genel bir fiyat artışına dönüştürmeleri kaçınılmaz olacaktır. Özellikle, kısmi dengesizlik görülen sektörlerdeki fiyat artışlarının, yarı mamul ve hammadde piyasalarına yansıması ve dolayısıyla diğer sektörlerde de maliyet artışlarının baş göstermesi, ekonomik bunalımı genel bir dengesizliğe dönüştürebilecektir[24]. Bilindiği gibi yatırımlar ya tasarruf ile yada borçlanarak yapılmaktadır. Bu itibarla kamu yatırımlarının bir bölümünün açık finansmanla yapılması üretim faktörlerine gelir kazandırırken, bu gelir karşılığında zamanında ve yeteri kadar arzı piyasaya sunamadığından kamu harcamaları bir talep fazlalığı yaratmakta, bu da fiyatlar genel seviyesi üzerinde yukarı doğru bir baskı oluşturmaktadır.

Kamu bir yandan özel tasarrufları tüketerek işletmelerin fon maliyetlerini ve dolayısıyla faizleri yukarı çekerken, diğer yandan da karşılığında piyasaya bir arz olmadan, üretim faktörlerine gelir aktararak fiyatlar üzerinde talep baskısı oluşmasına sebep olmuştur. Son yıllarda enflasyon nedeniyle ekonomik kırılganlığın artması, kamu yönetiminin açık finansman yöntemlerine ve yoğun borçlanmaya başvurması faiz oranlarını artırmış, artan faiz oranları ise enflasyonu artma yönünde etkilemiştir.

           Tablo 5: Kamu Kesimi Gelir Ve Harcamalarının GSMH’ya Oranı  (%)

1980
1985
1990
1994
1999
2000
2001
2002
2003
HARCAMALAR
20,33
15,03
16,92
23,08
35,89
37,40
46,00
42,87
39,40
   Cari
9,33
5,93
8,93
9,49
11,70
10,82
11,56
11,18
10,80
   Yatırım
3,50
2,91
1,72
1,30
2,00
2,20
2,72
3,08
2,00
   Transfer
7,50
6,19
6,27
12,30
22,18
24,37
31,72
28,60
26,60
     -Faiz Ödemeleri
0,59
1,91
3,52
7,67
13,69
16,27
23,27
18,97
16,42
             İç Faiz Ödemeleri
0,42
0,70
2,42
6,00
12,55
14,96
21,25
17,12
14,77
            Dış Faiz Ödemeleri
0,17
1,21
1,10
1,67
1,14
1,31
2,02
1,85
1,65
     -KİT'lere Transfer
3,82
0,51
0,32
0,54
0,53
0,71
0,63
0,79
0,53
     -Vergi İadeleri
0,10
2,05
0,90
0,80
1,48
1,30
1,65
2,07
2,33
     -Sosyal Güvenlik
0,84
0,59
0,31
1,01
3,51
2,64
2,90
4,10
4,46
     -Diğer Transferler
2,15
1,12
1,23
2,27
2,96
3,45
3,27
2,67
2,72
GELİRLER
17,20
12,77
13,91
19,16
24,03
30,45
29,09
27,62
28,10
   Genel Bütçe
17,00
12,48
13,74
19,03
23,78
30,21
28,74
27,26
27,60
     -Vergi Gelirleri
14,14
10,83
11,43
15,12
18,91
25,08
22,52
21,81
23,60
     -Vergi Dışı Normal Gel.
2,66
1,29
1,07
1,24
2,41
2,78
4,20
3,98
2,90
     -Özel Gelir ve Fonlar
0,20
0,35
1,24
2,67
2,46
2,35
2,02
1,48
1,10
   Katma Bütçe
0,20
0,29
0,17
0,13
0,25
0,24
0,35
0,36
0,50
GELİR GİDER FARKI
-3,13
-2,26
-3,01
-3,91
-11,86
-10,93
-16,91
-15,25
-11,90
Emanet ve Avans.Net Değişme
0,29
-0,33
-0,10
0,01
-0,07
0,08
-2,01
1,72
-0,60
NAKİT AÇIĞI
-2,84
-2,59
-3,11
-3,91
-11,90
-10,85
-18,92
-13,53
-11,90
              Kaynak: DPT, Ekonomik Ve Sosyal Göstergeler 1950-2003, www.dpt.gov.tr
DPT verilerinden özetlenerek alınmış Tablo 5 Türkiye’nin kamu dengesi hakkında bir fikir vermektedir. Yirmi iki yıllık dönemde kamu harcama ve gelirlerinin GSMH’ya oranı sırasıyla ortalama %22,63 ve %17,32 iken 2001 yılında %44,49 ve %28,47 olmuştur. Böylece hem bütçe gelir-gider farkı büyümüş hem de Kamu Kesimi borçlanma gereği artmıştır. 1980’den dış borç krizinin derinleştiği 2001 sonuna kadar  transfer harcamaları 4 kat artarken borç faizi ödemeleri yaklaşık 39 kat artmıştır. Devlet son yıllarda borcu borç ile çevirir hale gelmiştir. 1999 yılında IMF ile yapılan stand-by anlaşmasıyla özelleştirme, bankacılık reformu ve sosyal güvenlik reformu uygulamaya konularak bunlara yapılan transferler azaltılmış, bütçe dışı fonlar ve görev zararları yasal düzenlemelerle ortadan kaldırılmıştır. Hatta 1995 yılından bu yana KİT açıkları konsolide bütçe içinde fazla bir öneme sahip değildir

Geçmişten birikerek gelen borçluluk ve dış konjonktürün olumsuz etkileri ve yaşanan krizlerle iç ve dış borç GSMH’yı aşmıştır. Borcun çevrilebilirliği riski faizlerinin sürekli yüksek kalmasına neden olarak, hem enflasyonu beslemekte hem de borçlanmanın maliyetini artırarak yatırım ve üretimi engellemekte; özel sektörün tasarrufları ve dış kaynaklar yüksek reel faizle kamu açıklarının finansmanında kullanılarak kriz ve istikrarsızlık süregen bir hal almaktadır. 1980’yılından bu yana borçlanmak amacıyla iç ve dış kaynaklara sıkça baş vurulmaktadır. Son yıllarda vergi gelirlerinin tamamı borç ana para ve faiz ödemelerine gitmektedir. Özellikle 2000 ve 2001 krizleri ve 2001 devalüasyonuyla borçluluk GSMH ‘yı aşarak sürdürülemez hale gelmiştir.

Burada önemli bir konu da Kamu Kesimi Borçlanma Gereği arttıkça iç borçlanma faiz oranlarının mevduat faiz oranlarından oldukça yüksek seyretmesi ve enflasyon ile paralel bir trend izlemesidir. Bu ilişki enflasyon-yüksek faiz-volatil büyüme arasında yakın bir ilişki olduğunu göstermektedir. 1987-88 aralığında vergi gelirlerinin yüzde 85-95’ini götüren borç ödemeleri, 1993 yılından itibaren vergi gelirlerini aşmaya hatta katlamaya başlamıştır[25]. Uluslararası ölçütlere göre kamu borçlarının ulusal gelirin %60’ını aşması riskli kabul edilmektedir. Türkiye’de ise son yıllarda bu sınır aşılmıştır. Dolayısıyla kamu finansman dengesi açısından olumsuz bir performansa sahiptir. Özellikle 1991 yılından itibaren kamu iç borçlanma kağıtlarının birleşik faizleri sürekli yıllık ortalama enflasyon artış oranının üzerinde seyrederek önemli oranlarda reel faiz elde edilmiştir. Bu çarpık fonlama ilişkisi kaynak tahsisini önemli ölçüde etkileyerek tasarrufların paradan para kazanmaya yönelmesine neden olmuştur. Böylece tasarrufları yatırımlara dönüştürmesi gereken bankalar kamu açıklarından kazanç elde eden birer rantiyer durumuna gelmişlerdir. Dönem içinde vergi gelirlerinin GSMH’ya oranı sürekli artmış, buna rağmen kamu kesiminin toplam borcu sürekli artmaya devam etmiştir. Kamu kesimi açıklarının göstergesi olarak kullanılan kamu kesimi borçlanma gereği (KKBG), devletin gerçek açığının sadece bir kısmını göstermektedir[26].

Dış Ticaret Dengesi


Dünya ticareti sınıflamasında Türkiye, yapısal dış ticaret açığı sorunu olan ülkelerden birisidir. İncelenen dönem esas alındığında Türkiye’nin 1980-2003 dönemi sürekli ithalatı ihracatından fazla olan ve aradaki ithalat lehine olan farkı dış borçlarla kapatan bir ülkedir[27].

Ekonominin reel kesimindeki gelişmelerin bir göstergesi de dış ticaret sektöründeki gelişmelerdir. Dışa kısmen yada tamamen açık bir ekonomide bu gösterge önemlidir. Türkiye bu dönemde dış ticaretin yapısı açısından önemli gelişmeler başarmıştır. 1980-2003 yılları arasında ihracat yaklaşık onbir kat artarken, ithalat beş kat civarında artmıştır. İhracat dönemin başında tarım ürünleri ağırlıklıyken, bu dönemin içinde sanayi ürünleri ağırlıklı hale gelmiştir. 1994 ve 2001


Tablo 6: Dış Ticaret Dengesi

YILLAR
İHRACAT /
GSMH (%)
İTHALAT / GSMH (%)
DIŞ TİC. DENGESİ / GSMH (%)
YILLAR
İHRACAT /
GSMH (%)
İTHALAT / GSMH (%)
DIŞ TİC. DENGESİ / GSMH (%)
1992
9,2
14,3
-5,1
1980
4,3
11,6
-7,3
1993
8,4
16,2
-7,8
1981
8,3
15,8
-7,5
1994
13,8
17,8
-4,0
1982
8,9
13,8
-4,9
1995
12,6
20,8
-8,2
1983
9,5
15,3
-5,8
1996
12,6
23,6
-11,0
1984
12,1
18,2
-6,1
1997
13,7
25,4
-11,7
1985
11,9
17,0
-5,1
1998
13,2
22,4
-9,2
1986
9,9
14,8
-4,9
1999
14,2
21,8
-7,6
1987
11,9
16,5
-4,6
2000
13,9
27,2
-13,3
1988
12,9
15,8
-2,9
2001
21,3
27,5
-6,2
1989
10,8
14,7
-3,9
2002
19,7
28,2
-8,5
1990
8,5
14,7
-6,2
2003
19,8
29,1
-9,0
1991
9,0
13,9
-4,9
2004*
23,0
36,6
-13,5
Kaynak: DPT, Ekonomik Ve Sosyal Göstergeler  1950-2003, www.dpt.gov.tr, HDTM,Hazine İstatistikleri 1980-2001 www.hazine.gov.tr , 2004 Altı Aylık II Dönem  Verileri, DİE, http://www.die.dpt.gov.tr/TURKISH/SONIST/DISTICIST/disticist.html, 30/10/2004
devalüasyonlarıyla ihracat fiyat avantajı ile artış eğilimini sürdürmektedir. 1980’lerin ihracata dayalı büyüme modeliyle önem kazanan sanayi ürünleri ihracatı 1990’lı yılların sonuna doğru toplam ihracatın %85-90’ını oluşturmaktadır. İhracatta ilk sırada tekstil ve hazır giyim gibi tarıma ve yoğun emek gücüne dayalı sanayiler gelmektedir. Türkiye ancak son birkaç yılda yoğun teknoloji ürünleri ihraç etmeye başlamıştır. İthalat ana sektörler itibariyle dikkate alındığında ise ithalatta ilk sırada yer alan ürünlerin ağırlıklı olarak imalat sanayinde kullanılan girdilerden oluştuğu gözlenmektedir. Esasen ithalatın %25’inin sermaye mallarından, %60’ının hammadde ve geriye kalan %15’inin de tüketim mallarından oluştuğu dikkate alındığında, Türk imalat sanayinin önemli ölçüde dış üretim girdilerine bağımlı olduğu sonucuna varılabilir[28].

Sonuç olarak, 2001 devalüasyonuyla Türkiye’nin ihracatında önemli gelişmeler yaşanırken, GSMH’ya oranının %13,9’dan %21,3’e çıkması, üretim yapısının ithalata bağımlılığı kısa vadede çözülebilecek bir sorun olmadığından, ödemeler dengesi problemi kısa vadede iyi bir performans sergileyecek gibi gözükmemektedir. Bunun bir diğer nedeni de ihraç ürünlerinin tekstil ve hazır giyim gibi tarımsal girdi ve yoğun emek kullanılan sektörler olmasıdır.

İstihdam-İşsizlik ve Büyüme


Tablo 7’deki veriler, Türkiye’de işsizlik sorununun en önemli ekonomik problemlerden biri olduğunu göstermektedir. Bu uzun vadeli büyümenin önündeki en büyük engellerden birisidir.

Ayrıca Gelir dağılımı ölçümlerinin yıllık yapılmaması ve kayıt dışı ekonominin büyüklüğü gibi sorunlar işsizliğin büyümeye etkisini tam olarak anlamayı zorlaştırmaktadır.

Özellikle Türkiye gibi büyümesi oldukça volatil (oynak) ve büyük oranda dış kaynağa bağımlı bir ekonomide üretimin yapısını analize katmak zorunludur. Çünkü büyümenin refah artırıcı ve kalıcı olabilmesi temelde üretim yapısının sınai karakter kazanması ile yakından ilişkilidir[29]. Bu açıdan


Tablo 7: Türkiye’de İstihdamın Yapısı
YILLAR
SİVİL İŞGÜCÜ
SİVİL İSTİHDAM
İŞSİZ
İŞSİZLİK ORANI (%)
EKSİK İSTİHDAM
EKSİK İSTİHDAM ORANI (%)
İŞSİZLİK+EKSİK İSTİHDAM (ATIL İŞGÜCÜ) ORANI (%)
SİVİL İSTİHDAMIN SEKTÖREL DAĞILIMI (%)
TARIM
SANAYİ
HİZMETLER
1988
19.391
17.755
1.638
8.4
1.281
6.6
15.0
0.46
0.16
0.38
1989
19.931
18.222
1.709
9.0
1.389
7.0
16.0
0.47
0.16
0.37
1990
20.150
18.539
1.612
8.0
1.309
6.0
14.0
0.47
0.15
0.38
1991
21.010
19.288
1.723
8.0
1.513
7.0
15.0
0.48
0.15
0.37
1992
21.264
19.459
1.805
9.0
1.748
8.0
17.0
0.45
0.16
0.39
1993
20.314
18.500
1.815
9.0
1.568
8.0
17.0
0.42
0.16
0.42
1994
21.877
20.006
1.871
9.0
1.856
8.0
17.0
0.44
0.16
0.40
1995
22.286
20.586
1.700
8.0
1.568
7.0
15.0
0.44
0.16
0.40
1996
22.697
21.194
1.503
7.0
1.539
7.0
14.0
0.44
0.16
0.40
1997
22.755
21.204
1.552
7.0
1.398
6.0
13.0
0.42
0.18
0.40
1998
23.385
21.779
1.607
7.0
1.449
6.0
13.0
0.42
0.17
0.41
1999
23.878
22.048
1.830
8.0
2.164
9.0
17.0
0.40
0.17
0.43
2000
23.078
21.581
1.497
6.5
1.591
6.9
13.4
0.36
0.18
0.46
2001
23.491
21.524
1.967
8.4
1.404
6.0
14.4
0.38
0.17
0.45
2002
23.818
21.354
2.464
10.3
1.297
5.4
15.7
0.35
0.19
0.46
2003
23.640
21.147
2.493
10.5
1.143
4.8
15.3
0.33
0.17
0.50
2004*
24.457
22.188
2..269
9..3
1.002
4.1
13.4
0.34
0.17
0.49
Kaynak:DPT, www.dpt.gov.tr
* 2004 Yılı Verileri altı aylık dönemi kapsamaktadır.


bakılarak Tablo 7, Tablo 1 ve Tablo 4 ile birlikte ele alındığında sanayisi yeterince gelişmemiş yada diğer bir değişle tarım toplumu karakteri arz eden bir ekonomide hizmetler sektörünün GSMH içinde bu oranda bir yer işgal etmesi çarpık bir yapıyı açıklamaktadır. Türkiye’de 1960-85 arası dönemde yoğun iç göç ile şehirleşme sanayileşmenin önüne geçmiştir. Hizmetler sektörü gerçek bir sanayi toplumundaki hizmetler sektöründen çok verimsiz ve gereksiz işlerin ağırlıklı olduğu bir enformel sektör özelliği arz etmektedir. Tarım kesimi ise modern bir tarımdan çok işsizlik sorununu geleneksel üretim kalıpları içinde çözmeye çalışan feodal bir yapı görünümündedir.

           Sanayi sektöründe 1980 sonrası yeterli sabit sermaye yatırımlarının yapılmaması nedeniyle sınai istihdam hemen hemen hiç artmamıştır.



Verimlilik ve AR-GE Harcamalarının Payı


Her hangi bir ülkenin gelişme performansını ölçmekte kullanılan en temel gösterge verimliliktir. Verimlilik göstergeleri genel olarak iki gruba ayrılabilir: kısmi verimlilik ve toplam faktör verimliliği. Kısmi verimlilik göstergelerinde her bir üretim faktörünün verimi ayrı ayrı ele alınmaktadır. Toplam faktör verimliliği ise üretim faktörlerinin toplam verimlilinin anlatımıdır.

Türkiye ekonomisinde 1972 yılında %1 olan emek verimliliği 1999 yılında %2,7 düzeyine yükselmiştir. Beklenenin aksine 1980 sonrası işgücü verimliliğinde  önemli bir artış  yaşanmamıştır. 1972-1979 ve 1980-1999 dönemlerinde işgücü verimlilik artış oranları sırasıyla tarım sektöründe %1.3 ve %0,8 sanayide %1.7 ve %3,5, hizmetler sektöründe %0,7 ve %1,4 olmuştur. Diğer kısmi verimlilik göstergesi olan sermaye verimliliği ise 1972-2000 döneminde, ekonomi genelinde yıllık ortalama %1,5 dolayında azalmıştır[30].

1980 sonrası dönemde uygulanan Neoliberal iktisat politikaları, göreli fiyat hareketleri ile kaynakların etkin bir şekilde tahsis edileceği beklentisine, ekonomi politikalarının oluşturulmasında dış dinamiklerin ön plana çıkarılmasına ve devletin ekonomik alandaki rolünün daraltılmasına dayanmıştır. Neoliberal iktisat politikaları, imalat sanayinde 1960 ve özellikle 1970’li yıllarda gerçekleştirilen yapısal dönüşümün durmasına ve hatta 1960’ların başlarındaki yapıya dönülmesine yol açmıştır. Teknolojik yetkinleşme, nitelikli insan gücü ve dinamik mukayeseli üstünlüklere dayalı bir sanayileşme yaklaşımı yerine, varolan mukayeseli üstünlükler temelinde uluslararası ekonomiyle bütünleşmeyi hedefleyen ve özendiren bu politikalar sonucunda, tekstil gibi emek- yoğun ve demir-çelik gibi fiyat esnekliği yüksek olan sektörler, düşük maliyet ve düşük fiyat temelinde üstünlük kazanmış ve ihracat yapısı giderek bu sektörler üzerinde yoğunlaşmıştır.İmalat sanayinin yapısına daha ince bir ayrıntı düzeyinde bakıldığında, 1983 yılı başından bu yana uygulanan ihracat odaklı politikalar sonucunda düşük ücretli sanayiler üzerinde yoğunlaşan bir sanayi yapısı ortaya çıktığı görülmüştür[31]. Örnek olarak 2000 yılı ihracatı içinde yüksek teknolojili ihracatın toplam ihracata oranı %5’tir[32].

Teoride büyümenin dinamiği olarak kabul edilen AR-GE yatırımları verimlilik artışında önemli bir faktör olmasına karşılık AR-GE yatırımları oldukça düşüktür. Ayrıca bu konuda oldukça kısıtlı istatistiki veri bulunması sağlıklı bir analiz yapılmasını engellemektedir. Mevcut verilerden yola çıkıldığında ise Türkiye’de AR-GE’ye ayrılan kaynak oldukça sınırlıdır. AR-GE yatırımlarının yetersizliği Türkiye ekonomisinde büyümenin kaynakları içinde verimlilik artışının çok küçük bir katkısı olması sonucunu vermektedir. Türkiye’de AR-GE faaliyetlerine ayrılan kaynak ortalama GSMH’nın %0.5’i (binde beş) dolayındadır. Bu oran gelişmiş ülkelerde ortalama %2-3’tür. 1995 yılında yapılan bir araştırmaya göre onbin işgücü başına araştırmacı sayısı çoğu OECD ülkesinde 55-75 aralığında bulunurken, bu oran Türkiye’de 7’dir. Uluslararası kurumlardan 1999 yılında alınan patent sayısı ABD’de 94 bin, Fransa’da 4 bin, Almanya’da 10 bin, Japonya’da 33 bin, G.Kore’de 3,700 ve İsrail’de 800 dolayında iken, bu rakam Türkiye’de sadece 4’tür[33].

Ülkelerin teknoloji üretme ve geliştirme kapasiteleri ile sanayilerin bu yenilikleri kullanabilme kapasiteleri arasında farklar bulunmaktadır. Burada temel sorun, bilim ve teknolojideki gelişmelerin piyasa şartlarının bir fonksiyonu olarak mı, yoksa bilim ve teknoloji politikasının bir fonksiyonu olarak mı gerçekleştiğidir? Bilimsel ve teknolojik gelişme ile piyasa şartları arasındaki ilişkiler tek boyutlu olmayıp, karmaşık bir yapı sergilemektedir. Türkiye gibi bir ülke için bilim ve teknolojinin istenen düzeyde gelişmesini sağlayacak AR-GE faaliyetleri ve bunun için gerekli olan bilimsel ve teknolojik alt yapının kurulması ve bilim adamı, mühendis ve teknisyen yetiştirilmesi, tek tek firmaların veya kurumların üstesinden gelemeyecekleri kadar büyük harcamalar ve geniş çaplı kurumsal düzenlemeler gerektirmektedir[34]. Ayrıca bu faaliyetlerin dışsallıkları çok ve rekabeti dışlayan özelliklerinden dolayı gelişmekte olan ülkelerde özel kesimin bu sektörlere yönelmesi zordur. Bundan dolayı Türkiye’de verimlilik olgusu sadece piyasa güçlerine bırakılamaz. Verimlilik konusunda Kamu bilinçli politikalarla iktisadi yaşamın içinde yer alıp yönlendirici olmalıdır.

Büyümenin Dinamikleri ve Kaynakları


1980 sonrasında Neoliberal ekonomik açılımlar ile ekonomik büyümenin hızlandırılmasının amaçlandığı büyüme stratejisi, sermaye birikiminde gerilemeye, buna bağlı olarak da ekonomik büyümenin yavaşlamasına neden olmuştur. Ancak, 1980 öncesinde yaratılan üretim kapasitesinin daha etkin kullanılması sonucu ekonomik büyümedeki yavaşlama sermaye birikim hızındaki yavaşlamadan çok daha düşük bir düzeyde gerçekleşmiştir[35]. Sermaye birikimindeki yavaşlama ekonominin istihdam yaratma kapasitesini sınırlamış, istihdamda gerilemeler yaşanmıştır. Üretim ve istihdamda tarım ve sanayi sektörlerinin payı azalırken hizmetler sektörünün payı artmıştır. Aynı şekilde sermaye birikiminde de tarım ve sanayi sektörlerinin payı azalırken hizmetler sektörünün payı artmıştır. İhracatın belirleyiciliği doğrultusunda, üretimin yoğunluğu teknoloji yoğun alanlardan, emek yoğun alanlara kaydığından büyümeye katkıda bulunan bir verimlilik artışı sağlanamamıştır. Çünkü hızlı bir sermaye birikimi sağlayabilmek için ileri teknoloji ihtiva eden ürünler üretmek ve ihraç etmek gerekir. Böylece dış ticaret hadleri ülke lehine bir gelişme gösterebilecek, ihracat gelirleri ihracat hacminden daha hızlı artarak iktisadi büyüme hızlı ve sürekli bir şekilde gerçekleşebilecektir[36].

Öte yandan, 1980-2003 döneminde nüfus artış oranı azalmasına rağmen uzun vadeli büyümeyi önemli ölçüde negatif yönde etkilemeye devam etmektedir. Mevcut duruma büyüme teorileri açısından yaklaşıldığında; geçmiş sermaye stokuna dayalı olarak sağlanan büyüme ve yeni sermaye birikimlerinin yapılamaması; bunun yanında teknoloji yoğun üretim süreçlerine, AR-GE ve beşeri sermayeye gerekli yatırımlarının yapılmaması, gelecekte ekonomik büyümenin sürdürülebilmesi açısından riskler taşımaktadır.

Sermaye birikimi, istihdam artışı ve toplam faktör verimliliği artışının ekonomik büyümeye katkısının tahmin edildiği bir çalışmanın kısmi sonuçlarının sunulduğu Tablo 8’de gösterilen veriler, incelenen dönemler ve ülkeler arasında farklılıklar olmakla birlikte, sermaye birikimi ve toplam faktör verimliliği artışının ekonomik büyümenin kritik unsurları olduğunu göstermektedir. Toplam faktör verimliliğinin ekonomik büyümeye katkısı yeni ekonomi sürecinde daha da artmıştır.

Tablo 8: Bazı OECD Ülkelerinde Büyümenin Kaynakları
ÜLKE VE DÖNEMLER
GSYİH BÜYÜMESİ (yıllık Ortalama)
Sermaye Birikiminin Katkısı
İstihdam Artışının Katkısı
Toplam Faktör Verimliliği Artışının Katkısı
ABD
1970-2000
1970-1991
1992-2000

3,06
2,68
3,95

33,8
34,5
32,7

40,5
47,5
30,1

25,1
17,8
36,6
FRANSA
1970-2000
1970-1991
1992-2000

2,62
2,96
1,82

44,7
43,7
48,4

-8,0
-1,4
-33,2

63,2
57,4
85,3
TÜRKİYE
1972-2000
1972-1991
1992-2000

4,02
4,38
3,24

72,3
70,1
79,0

21,0
20,0
23,8

6,5
9,5
-2,1
Kaynak: Şeref SAYGILI, Cengiz CİHAN, Hasan YURTOĞLU: Türkiye Ekonomisinde Sermaye Birikimi, Büyüme Ve Verimlilik:1972-2000, Ankara: DPT Yayınları. Yayın No:2665, Aralık 2002, s.15.

Araştırmada 1972-2000 döneminde Türkiye ekonomisinde büyümenin sürükleyici gücünün sermaye birikimi olduğu tespit edilmiştir. Bu dönemde GSYİH artışının yaklaşık yüzde 72’si sermaye birikiminden kaynaklanırken, toplam faktör verimliliğinin ekonomik büyümeye ciddi bir katkısının olmadığı sonucuna varılmıştır[37].

Yeni ekonomi döneminde Türkiye ekonomisinin büyüme kaynaklarında belirgin bir farklılık yaşanmamıştır. Bu ise uzun dönem büyümenin önündeki en büyük engellerden birisidir. Son yıllarda dünyada “bilim ve teknoloji yoğun sanayiler” denilen bir grup sanayi dalı gelişmeye başlamış olup bu sanayilerden bir kısmı örneğin iletişim, elektronik, genetik teknolojisi vs. daha önce mevcut olmayan sanayilerdir. Bir kısım geleneksel sanayi dallarında ise, bilim ve teknoloji yoğun olarak kullanılmaya başlamış ve bu sanayilerde gerek mekanizasyon gerekse otomasyon sayesinde büyük gelişmeler olmuştur. 1980 sonrası yapısal uyum politikaları çerçevesinde hızlı ve kapsamlı bir özelleştirme programıyla kamu sektörü sanayi yatırımları hızla düşürülürken özel sektör yatırımlarının yeterince artmaması, Türkiye’nin teknolojide dışa bağımlı olması ve teknoloji yoğun yatırımlar konusunda özgün politikalar uygulayamaması, sanayi sektörü içinde nispi ileri teknolojilere ihtiyaç duyan ara ve yatırım mallarına doğru yapısal bir değişimin gerçekleşmesini engellemiştir[38].

İktisadi büyüme yazını eğitim ve diğer sosyal altyapı harcamaları ile milli gelirin büyümesi arasında doğrudan ve kuvvetli ilişkiler olduğunu bulunduğunu göstermektedir. Eğitim yatırımları işgücünün verimliliğini doğrudan yükseltmekte ve sürdürülebilir bir büyüme için önemli dışsallıklar sağlamaktadır. Buna ek olarak orta sınıfların kendisini yeniden üretebilmesi için devletin eğitim yatırımlarına yönelik harcamalarının önemi büyüktür. Bu açıdan Türkiye ekonomisine bakıldığında kamu harcamaları içinde eğitim harcamalarının oranları son yıllarda sürekli olarak düşmektedir. 1990 yılında toplam kamu harcamaları içinde eğitimin oranı %18,8 iken bu oran azalarak 2000 yılında %11,2’ye düşmüştür[39].

SONUÇ


Klasik Teori yatırımların kapasite artırıcı etkisi üzerinde dururken, Keynesyen Teori (kısa vadede) gelir artırıcı etkisi (çarpan etkisi) üzerinde durur. Büyüme teorileri ise bu iki etkiyi birlikte dikkate alır. Keynesyen Büyüme Teorisi’nin özü; yatırımların kapasite yaratıcı etkisidir. Bir başka deyişle ekonomiler ancak üretim güçleri arttıkça büyür ve gelişirler. Bunu sağlayan ise yatırımdır. Yatırımın kapasite yaratıcı etkisi göz önüne alındığı zaman, aranıp bulunması gereken husus; ekonomilerin tam istihdam seviyesini devam ettirebilmek için yatırımların her yıl ne ölçüde artırılması gerektiğidir. Harrod-Domar Modeli’nde büyüme sürekli olarak net yatırımların yapılmasını gerektirir. Yatırımlar gelir artışı tarafından yapıldığına göre, büyüme süreci içinde yatırımlar, çıktı kapasitesinin ve çıktının artmasına, bu da yeni yatırımların yapılmasına yol açmaktadır. Bu sürecin kesintisiz sürebilmesi için, yatırımın ortaya çıkardığı çıktı artışının (arzın) talep tarafından karşılanması gerekmektedir. İşgücünün ve sermaye stokunun büyüme oranı model için veri parametreleridir. Bundan dolayı model özünde piyasa mekanizmasına atfedilen etkinliği tartışma konusu yapmaktadır. Etkinliğin sağlanması için, devlet sürekli dengeleyici bir unsur olarak ekonominin içinde yer almalıdır. Çünkü büyüme oranının korunması için gerekli ilave yatırımların düzeyini devlet ayarlayabilir.

Solow modelinde emek ve sermaye girdileri ile mal ve hizmet çıktıları arasında değişmeyen fonksiyonel bir ilişki vardır. Ekonomik büyüme uzun dönemde durağandır. Yani emek sermaye bileşimi belirli bir oranda sabitlenecek ve sadece nüfus artışı oranında büyüyecektir. Bunun dışında ekonomik büyümeyi artıracak ve sermaye derinleşmesini sağlayarak ulusal ekonomiyi daha üst bir düzeye taşıyacak tek büyüme kaynağı toplumun üretme yeteneğinde meydana gelen artışlardır. Bu artışları ekonomiye dışsal olan teknolojik ilerleme sağlamaktadır. Kısacası büyümenin üçüncü kaynağı teknolojik ilerlemedir ve teknolojik gelişme modele dışsaldır.Çünkü teknik ilerlemenin Neoklasik çerçeveye oturtulması güçtür. Diğer yandan, sermaye birikimi bütün modellerdeki formel değişikliklere rağmen önemini korumaktadır. Teknolojik gelişme, değişik nitelikteki üretim araçlarının kullanılmaya başlanması ile mümkündür. Bu ise sermaye birikimi olmadan teknolojik gelişmenin sağlanamayacağını gösterir. Gerek Solow gerekse diğer Neoklasik büyüme modellerinin varsaydığı uzun dönem durağan durum büyüme oranın sıfıra yaklaşacağı ve ülkelerin uzun dönem reel büyüme oranlarının birbirine yakınlaşacağı tezleri tarihsel veriler tarafından doğrulanmamaktadır. Dünya ekonomisi Kapitalizmin başlangıcından bu yana sürekli büyümektedir ve gelişmiş ekonomiler ile diğerleri arasında yakınsama değil ıraksama yaşanmaktadır.

Türkiye Ekonomisi’nde 1980 sonrası uygulamaya konulan iktisat politikalarının büyümenin dinamikleri üzerindeki etkilerinin; büyüme hızı, istihdam, nüfus yapısı, yatırımlar, fiyat istikrarı, kamu kesimi dengesi, dış ticaret ve verimlik ölçütleri dikkate alınarak yapılan incelemesi sonucunda büyüme hızının 1980 sonrası azalan ve volatil (oynak-istikrarsız) bir seyir izlediği ortaya çıkmaktadır. Büyüme performansında görülen bu düşüşün ve istikrarsızlığın nedenleri sermaye birikiminin azalması, fiyat istikrarsızlığı, sermaye maliyetinin yüksekliği, mali disiplinsizlik, kamu açıklarının büyüklüğü, AR-GE ve teknolojiye yapılan yetersiz yatırımlar ve işsizlik olarak sıralanabilir.

1980’li yıllarla birlikte Neoliberal iktisat politikalarının uygulanmasıyla, ekonomide büyüme oranları ve sermaye yatırımlarının göreceli olarak düştüğü görülmüştür. Ancak 1970’li yılarda yapılan yoğun sermaye yatırımları sonucu oluşan atıl kapasiteler kullanıldığından büyüme oranındaki azalışın yatırım oranındaki azalıştan daha düşük kalması sağlanmıştır. İzlenen ihracata dayalı büyüme stratejisi, büyük oranda emek yoğun ürünlere dayandığından emek yoğun üretim, teknoloji yoğun fiziki sermaye stokunun artmasına katkı sağlamamaktadır; emek yoğun üretim olduğundan beşeri sermaye artışına ve yaparak öğrenme sürecine katkısı teknoloji yoğun alanlardan az olması yüzünden, eğer sınai net yatırımlar artırılmazsa gelecek dönemlerde büyüme oranı daha da düşecektir. Ayrıca GSMH içinde eğitim ve AR-GE yatırımlarının yetersizliği uzun dönem büyümenin esas dinamiği olan verimliliğin düşük olmasının nedenidir.

İstikrarsız büyümeden istikrarlı bir büyümeye geçilmesi için eğitim ve AR-GE yatırımlarının GSMH içindeki payının artırılması yönünde kamusal politikalar belirlenmeli, sanayi sektörü yatırımları teşvik edilmelidir. Gelir dağılımını düzeltici politikalar ve fiyat istikrarı büyüme için gerekli politikaların oluşturulacağı diğer alanlardır.

Son olarak, bu çalışmada ele alınan büyüme modelleri ekonomik büyümenin dinamikleri hakkında yararlı düşünsel araçlar sunmaktadırlar. Bu araçlar büyüme politikalarının belirlenmesinde yol gösterici olabilirler, ancak büyüme, ülke ekonomisinin özgül dinamiklerine dayalı  iktisat politikası seçeneklerinin bilinçli olarak kurgulanıp uygulanabileceği politik seçimlerin baskın olduğu süreçlerdir. Bundan dolayı modellerin sunduğu olanakları ülkelerin özgül koşullarıyla bağdaştıran iktisat politikalarının istikrarlı büyümeyi sağlayabileceğini unutmamak gerekmektedir.

KAYNAKÇA

ACAR, Yalçın. İktisadi Büyüme Ve Büyüme Modelleri, Bursa: Vipaş, 4.b., 2002
AKYÜZ, Yılmaz. Sermaye-Bölüşüm-Büyüme, Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No: 400,Ankara 1977.
BARAN, Paul, A. Büyümenin Ekonomi Politiği,, Çev.Ergin Günçe, 1.b., İstanbul: May Yayınları, Ekim 1974.
BARRO, Robert J. “Economic Growth In a Cross-Section Of Countries”, Quarterly Journal Of Economics, Vol 106, No:425, May 1991, ss.407-443, National Bureau Of Economic Research, Working Paper No. 3120, http://www.nber.org/papers/w3120 5.10.2003.
BORATAV, Korkut. Türkiye İktisat Tarihi 1908-2002. 7.b., Anakara: İmge Kitapevi, Ekim 2003,
BULUTAY, Tuncer. İktisadi Büyüme Modelleri Üzerine Açıklamalar ve Eleştirmeler, 1.b., Ankara: Sevinç Matbaası,1972.
CASS, D. “Optimum Growth In An Aggregative Model Of Capital Accumulation”, Review of Economic Studies, Vol.32, n.91, July 1965, ss. 233-240.
DUMAN, Mehmet. “Küreselleşme Çağında Türkiye Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme”, Bilgi Sosyal Bilimler Dergisi, sayı 2, Adapazarı, 2000
DURA, Cihan. Türkiye Ekonomisi, Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yayınları, 1991.
ERCAN, Nihal Yener. “İçsel Büyüme Teorisi: Genel Bir Bakış”, Planlama Dergisi, 42.yıl Özel Sayı,2000, s. 129-138.
GILPIN, Robert. Global Political Economy, New Jersey,USA: Princeton University Press, 2001.
GÜBE, Yalçın. “İktisadi Büyüme Ve İhracat Performansı”, Hazine Dergisi, Sayı 6, Nisan 1997, s.17 32.
GÜVEL, Alper. Politik İktisat Ve Akıl, 1.b., İstanbul: Alfa Basım Yayım, Haziran 1998
HATİPOĞLU, Zeyyat. “Büyümenin Kaynakları Yönteminin Türkiye’deki Gözlemlerinden Esinlenen Bir Eleştirisi”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, Sayı:1, Ocak 2000, s.135-146.
JONES, Charles I. İktisadi Büyümeye Giriş,1.b., Çev. Sanlı ATEŞ, İsmail TUNCER; İstanbul: Literatür Yayınları, Nisan 2001
KAZGAN, Gülten. İktisadi Düşünce Ve politik İktisadın Evrimi, 8. b. İstanbul: remzi Kitabevi, 1999.
KİBRİTÇİPĞLU, Aykut. “İktisadi Büyümenin Belirleyicileri Ve Yeni Büyüme Modellerinde Beşeri Sermayenin Yeri”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 53, No:1-4, Ocak-Aralık 1998, ss.207-230.
KOOPMANS, Tjalling C.; BEALS, Richard. “Minimizing Stationary Utility in a Constant Technology”, SIAM Journal Of Applied Mathematics, Vol. 17, n.5, September 1969, ss. 1001-1015.
MANİSALI, Erol. Gelişme Ekonomisi, İstanbul:Art Yayın Dağıtım 1982.
MANKIW, Gregory. “Growth Of Nations”, Brooking Papers On Economic Activity, Vol.1, 1995, ss.275-326.
PAMUK, Şevket. “Karşılaştırmalı Açıdan Türkiye’de İktisadi Büyüme, 1880-2000”, İktisat Üzerine Yazılar I: Küresel Düzen: Birikim, Devlet Ve Sınıflar, 1.b., Der. A.H.Köse, F.Şenses, E.Yaldan, İstanbul: İletişim Yayınları ,2003, s.397.
PARASIZ, İlker. Büyüme Teorileri, 2.b., Bursa: Ezgi Kitabevi Yayınları, Nisan 2003
RAMSEY, Frank P. “A Mathamaticat Theory of Saving”, Economic Journal, Vol. 38,n.152, Aralık, 1928, ss.543-559.
ROMER,Paul M. “Increasing Returns And Long-Run Growth”, Journal Of Political Economy, Vol. 94, n.5, 1986, ss.1002-1037.
SAVAŞ, Vural. Kalkınma Ekonomisi, İstanbul: Beta Basım Yayım, 1974,
SAYGILI, Şeref; CİHAN, Cengiz; YURTOĞLU, Hasan. Türkiye Ekonomisinde Sermaye Birikimi, Büyüme Ve Verimlilik:1972-2000, Ankara: DPT Yayınları. Yayın No:2665, Aralık 2002.
Sayıştay, 2000 Yılı Mali Raporu, Ankara, Ekim 2000, http://www.sayistay.gov.tr. 15.12.2003
SOLOW, Robert M. “A Contribution To The Theory Of Economic Growth”, Quarterly Journal Of Economics, Vol. 70, February 1956, ss.65-94.
ŞENSES, Fikret; TAYMAZ, Erol “Unutulan Bir Toplumsal Amaç: Sanayileşme Ne Oluyor? Ne Olmalı”, İktisat Üzerine Yazılar II: İktisadi Kalkınma Kriz VE İstikrar, 1.b., Der. A.H.Köse, F.Şenses, E.Yeldan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, ss.429-461.
TARGAN, Ünal ve diğ. Enflasyonist Ortamda Faiz Politikaları ve İşletmeler Üzerindeki Etkileri, İstanbul: İTO Yayınları 1990.
TOPRAK, Metin ve diğerleri. Küreselleşen Dünyada Türkiye Ekonomisi, Ankara: Siyasal Kitabevi, 2001.
VOYVODA, Ebru; YELDAN, Erinç. “Eğitim Yönlü Bir Endojen Büyüme Modelinde Türkiye Ekonomisi İçin Borç İdaresi Alternatiflerinin Analizi”, İktisat Üzerine Yazılar II: İktisadi Kalkınma Kriz VE İstikrar, 1.b., Derleyen: A.H.Köse, F.Şenses, E.Yeldan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, ss.363-400.




[1]Robert M. Solow, “A Contribution To The Theory Of Economic Growth”, Quarterly Journal Of Economics, Sayı:70 Şubat 1956, s.65.
[2] Özellikle Neoliberal politikaların açmazına bir çözüm arayışı olan yeni içsel büyüme modellerine içkin değerlendirmelere ise bir başka çalışmanın içeriğini oluşturacak denli kapsamlı ve önemli olması nedeniyle burada yer verilmemiştir.
[3] Frank P. Ramsey, “A Mathematical Theory of Saving”, Economic Journal, Cilt 38, Sayı 152, Aralık, 1928, ss.543-559.
[4] Yalçın Gübe, “İktisadi Büyüme Ve İhracat Performansı”, Hazine Dergisi, Sayı 6, Nisan 1997, s.17.
[5] İlker Parasız, Büyüme Teorileri, 2.b., Bursa: Ezgi Kitabevi Yayınları, Nisan 2003.
[6] Ramsey, a.g.e, s. 557.
[7] Yılmaz Akyüz, Sermaye-Bölüşüm-Büyüme, Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları ,No: 400, 1977, s.245.
[8] Gülten Kazgan, İktisadi Düşünce ve Politik İktisadın Evrimi, 8 b. İstanbul: Remzi Kitapevi, 1999, s.230.
[9] Vural Savaş, Kalkınma Ekonomisi, İstanbul: Beta Basım Yayın, 1974, ss.321-329.
[10] Yalçın Acar, İktisadi Büyüme ve Büyüme Modelleri, Bursa: Vipaş, 4.b., 2002, s. 89.
[11] Akyüz, a.g.e., s. 254.
[12] Solow, a.g.e., s.65.
[13] Parasız, a.g.e., s. 131.
[14] Bakınız: D. Cass, “Optimum Growth In An Aggregative Model Of Capital AccumulationReview of Economic Studies, Vol.32, n.91, July, 1965, ss. 233-240.; T.C.Koopmans, R. Beals, Minimizing Stationary Utility in a Constant Technology”, SIAM Journal Of Applied Mathematics, Vol. 17, n.5, September 1969, ss. 1001-1015.
[15] Örneğin ABD ekonomisinin 1870-1994 dönemini kapsayan hesaplamalara göre, ABD ekonomisinde kişi başına GSYİH, logaritmik ölçekte yıllık ortalama % 1,8 büyüme göstermiştir. Charles I.Jones, İktisadi Büyümeye Giriş,1.b., İstanbul: Literatür Yayınları, Nisan 2001, ss.13-14.
[16] Mankiw, a. g. m., ss.282-289.
[17] Robert Gilpin, Global Political Economy, New Jersey, USA:Princeton University Press, 2001, pp.141-147.
[18] Son dönem büyüme teorisi üzerine yapılan araştırmaların çoğunluğunun amacı, teknolojik ilerlemenin dışsallığı varsayımından kaçınarak büyümenin sürekliğini açıklayan modeller geliştirmek olmuştur. Bu nedenle bu çalışmalar içsel büyüme teorisi olarak adlandırılmıştır. Sermayenin marjinal verimliliğinin giderek azalması nedeniyle uzun dönemde büyümenin duracağını öngören Neo-Klasik modellerin uzun dönem büyümeyi açıklayamaması, Neo-Klasik iktisadın yoksul ülkelerin zengin ülkeleri yakalayacağı iddiasına karşılık verilerin bunu doğrulayamaması, Neo-Klasik büyüme modellerin 1970’lerdeki ve 1980’lerdeki ekonomik durgunluğu açıklayamaması üzerine gelişme iktisadına ve büyüme kavramına giderek azalan ilgi, 1980’lerden itibaren içsel büyüme modellerin ortaya çıkışı ile yeniden canlanmıştır. İçsel Büyüme Modelleri büyümenin kaynakları ile ilgili olarak yeni bir görüş açısı benimsemektedir. Bu yeni yaklaşım teknolojik ilerleme kadar onun belirleyicileri üzerinde de durmaktadır. Solow’la birlikte başlayan ve teknolojik ilerlemeyi basit bir zaman trendi olarak alan Neo-Klasik büyüme modelinin aksine yeni büyüme modelleri teknolojik değişmenin içsel belirleyicileri üzerinde durmaktadır. 1986 yılında Paul Romer’in Increasing Return and Long Run Growth isimli makalesi ile ilk defa ortaya atılan ‘içsel büyüme teorisi’ esas itibari ile Neo-Klasik üretim teorisine bir alternatif olarak getirilmiştir. Bu alandaki çalışmalar büyümenin, ekonomik sistemin kendi dinamikleri içinde, bir takım faktörlerin etkileşimi ile içsel olarak gerçekleştiğini ileri sürmesi bakımından, büyümeyi, tanımlanan model ve dolayısıyla ekonomik sistem dışındaki etkenlere bağlayan Neo-Klasik büyüme yaklaşımından önemli ölçüde ayrılmaktadır. İçsel Büyüme Modelleri, ekonomik büyümeyi piyasa mekanizması içinde faaliyet gösteren ekonomik güçlerin içsel olarak belirlediğini varsayarken, büyümenin itici gücünü tanımlar ve bunun birikimini sağlayan etkenler ile büyüme sürecinin işleyişini açıklar. Enver Alper Güler, Politik İktisat ve Akıl, 1. Basım, İstanbul: Alfa Basım Yayım, Haziran 1998, s.11.; Paul M. Romer, Increasing Return and Long Run Growth, Journal of Political Economy, Cilt:94, Sayı:4, 1986, ss.1002-1037.; Nihal Yener Ercan, İçsel Büyüme Teorisi: Genel Bir Bakış, Planlama Dergisi, 42. Yıl Özel Sayı, 2000, s.130.
[19] Y: Çıktı, K: Sermaye,L: Emek, A: Teknoloji seviyesinin ölçüsü ve AL: Mevcut teknoloji seviyesinde birim emek gücü başına, emek gücü ve teknolojik seviyenin etkinliğinin (verimliliğinin) ortak ölçüsü olmak üzere Solow Modeli’nin temel üretim fonksiyonu  ve teknolojik gelişmenin eklendiği şekliyle üretim fonksiyonu  şeklindedir.
[20] Parasız, a.g.e., s.2
[21] %4,9-%2.7= %2.2 Solow modeline göre nüfus artış hızını vermektedir. Buna göre nüfus artış hız büyüme oranını yaklaşık %49 düşürmüştür denilebilir. Literatürde kabul edilen ölçütlere göre KBDG’deki büyüme oranı % 0-2 arasında ise düşük; % 2-3.75 arasında ise yavaş büyüyen; ve büyüme oranı % 3.75 oranının üzerinde ise yüksek büyümeye sahip ülkeler olarak tanımlanmaktadır. Bu ölçütü dikkate aldındığında 1980-2001 döneminde Türkiye Kişi başına düşen GSMH açısından düşük büyüme oranına sahip bir ülke konumundadır denilebilir. Metin Toprak ve Diğerleri, Küreselleşen Dünyada Türkiye Ekonomisi, Ankara: Siyasal Kitabevi, 2001, s.218.
[22]Şeref Saygılı; Cengiz Cihan, Hasan Yurtoğlu, Türkiye Ekonomisinde Sermaye Birikimi, Büyüme Ve Verimlilik:1972-2000, Ankara: DPT Yayınları, Yayın No:2665, Aralık 2002, s.10.
[23]Ünal Targan ve Diğerleri, Enflasyonist Ortamda Faiz Politikaları ve İşletmeler Üzerindeki Etkileri, İstanbul: İTO Yayınları 1990, s.19-20.
[24]Targan vd.., a. g. e., s.120.
[25]Toprak vd., a. g. e., s.355.
[26]Sayıştay, 2000 Yılı Mali Raporu, Ankara:Ekim 2000, http://www.sayistay.gov.tr, s. 23.
[27] Türkiye’nin dış borçları son yıllarda artarak 1998’de GSYİH’nın %37.1’ine ve 2002’de GSYİH’sının %52,4’üne ulaşmıştır. Korkut Boratav. Türkiye İktisat Tarihi 1908-2002, 7.b., Anakara, İmge Kitapevi, Ekim 2003, s.185.
[28]Toprak vd., a. g. e., s. 372.
[29] Cihan Dura, Türkiye Ekonomisi, Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yayınları, 1991, s.92.
[30] Saygılı vd., a.g.e., s.90.
[31] Fikret Şenses, Erol Taymaz, “Unutulan Bir toplumsal Amaç: Sanayileşme Ne Oluyor? Ne Olmalı”, İktisat Üzerine Yazılar II İktisadi Kalkınma Kriz Ve İstikrar, 1.b., Derleyen: A.H.Köse, F.Şenses, E.Yeldan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, s.452-453.
[32] Şenses, Taymaz:, a.g.m., s.452.
[33] Şenses, Taymaz, a.g.m., s.458.
[34]Mehmet Duman, “Küreselleşme Çağında Türkiye Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme, Bilgi: Sosyal Bilimler Dergisi, sayı 2, Adapazarı, 2000, s.38.
[35] Saygılı vd., a. g. e., s. 100.
[36] Duman, a.g.m., s.37.
[37] Saygılı vd., a. g. e., s. 15.
[38] Duman, a.g.m., ss.34-39.
[39] Ebru Voyvoda, Erinç Yeldan: “Eğitim Yönlü Bir Endojen Büyüme Modelinde Türkiye Ekonomisi İçin Borç İdaresi Alternatiflerinin Analizi”, İktisat Üzerine Yazılar II: İktisadi Kalkınma Kriz Ve İstikrar, 1.b., Derleyen: A.H.Köse, F.Şenses, E.Yeldan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, ss.365-367.

Hiç yorum yok: