8 Ağustos 2015 Cumartesi

ULUSLARARASI FİNANSAL MİMARİDE SORUNLAR

YILMAZ DOĞRU
(2004)


               





              GİRİŞ


        Finansal sektör, sermaye birikimini hızlandıran, kaynakların verimli alanlara yönlendirilmesini sağlayan ve ekonomik büyüme sürecini etkileyen önemli sektörlerden biridir. Bir ülkede reel sektör ile finansal sektör arasındaki yakın ilişkinin varlığı, finansal sektörü ekonomik büyümenin itici gücü kılmıştır.

        Gelişmiş ve gelişmekte olan birçok ülkede küreselleşme ve bölgesel bütünleşme eğilimleri, tüketici tercihlerinin değişmesini ve mali sektörde yapısal değişimleri zorunlu hale getirmiştir. Bu yapısal değişim süreci, finansal sistemin etkin ve verimli bir şekilde çalışmasını sağlamıştır. Ancak, bu durum finansal kuruluşların ve finansal sistemin maruz kalabileceği riskleri de artırmıştır. Finansal yenilikler, finansal sisteme derinlik kazandırmış ve sistemin işlem hacmini artırmış, bunun yanında, finansal piyasaların taşıdığı likidite riskinin büyümesine yol açmış ve finansal piyasaların krize sürüklenmesini de hızlandırmıştır.

        Başlangıcı 1980’li yıllar olarak kabul edilen hızlı küreselleşme olgusu, finansal serbestleşme ve finansal piyasalara yönelik olarak daha önceden konulmuş olan düzenlemelerin kaldırılması (deregülasyon) olgusunu da beraberinde getirmiştir. Bunun sonucunda faiz oranlarını serbest bırakan ve sermaye hesabını liberalleştiren ülkelere doğru çok hızlı bir sermaye girişi olmuştur. Ancak, finansal piyasalarını yeterince geliştirmeden ve derinlik kazandırmadan finansal serbestleşme hareketine girişen Gelişmekte olan ülkeler, özellikle 1990’larda büyük ölçekli finansal krizlerle karşı karşıya kalmışlardır. Teknolojik gelişmeler, mali piyasalar ile kambiyo rejimlerinin liberalleştirilmesi, piyasaların bütünleşerek küreselleşmenin hızlanması bir ülkenin finansal piyasalarında yaşanan krizin diğer ülkelere yayılma ihtimalini artırmış ve mali sistemleri daha kırılgan ve duyarlı hale getirmiştir. Politik istikrarsızlıklar, kamu borç yönetiminde vade ve döviz yükümlülüklerindeki uyumsuzluklar, bankacılık sektöründe takipteki kredilerin hızla artması ve uygun bankacılık düzenlemelerinin bulunmadığı koşullar altında bankaların yanlış tutumları nedeniyle 1994 yılında Meksika’da yaşanan kriz ve bu krizin yarattığı bulaşma etkisi ile diğer Latin Amerika ülkelerinin etkilenmesi söz konusu duruma bir örnektir. Bu krizin sonucunda, Meksika döviz rezervlerinin yüzde 77’sini kaybetmiş ve GSYİH 1994-1995 döneminde yüzde 6 oranında küçülmüştür. Aynı şekilde, 1997 yılında kısa vadeli borçlardaki artış, bankaların borç portföylerinin yapısındaki bozukluklar, kurumsal inceleme ve denetim mekanizmalarının gevşemesi ve özellikle finans kesimindeki yapısal zayıflık nedeniyle Tayland’da başlayan ve ardından birçok Doğu ve Güneydoğu Asya ülkesini etkileyen Asya krizi de bulaşma etkisinin açık bir şekilde görüldüğü bir diğer kriz olmuştur. Söz konusu krizin etkisiyle 1998 yılı sonunda, Tayland, Malezya, Filipinler, G. Kore ve Endonezya’nın GSYİH’ları onemli oranlarda küçülmüştür. Bu krizler, küreselleşmenin etkisi ile bütünleşmiş durumdaki finansal piyasaların birinde yaşanan krizin diğer ülkelerin finansal piyasalarını nasıl olumsuz etkileyebileceğini ve dünya ekonomisinde istikrarsızlığa neden olabileceğini göstermiştir.

        Bu gelişmeler üzerine, uluslararsı finansal sistemin tekrar sorgulanması yoğunluk kazanmıştır. Uluslararsı finansal sistemi düzenleyen kurumlar, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (WB) ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) başta  olmak üzere sorgulanmaya başlamıştır.  Bu kurumların  krizleri önlemede ve kriz sonrası alınacak önlemler konusunda yetersiz kalması, uluslararası finansal mimarinin yeniden düzenlenmesi gerektiği tartışmasını gündeme getirmiştir.

        Yeni bir uluslararası finansal mimariye ihtiyaç duyulmasının temel nedeninin, uluslararası finansal kurumların çok hızlı bir biçimde yaşanan finansal küreselleşme hareketinin getirdiği sorunlara etkili bir biçimde cevap verememesi olduğu söylenebilir. Yeni uluslararası finansal mimarideki reform arayışları, krizler çıkmadan önce krizlerin önceden öngörülerek önlenmesi ve finansal krizler çıktıktan sonra da krizlerle daha etkin bir biçimde mücadele edilebilmesi konularına odaklanmaktadır.


              1.ULUSLAR ARASI  FİNANSAL  MİMARİ


        İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya ekonomisi, ABD ekonomisi önderliğinde yaklaşık 20-25 yıl süren bir genişleme dönemine girmiştir. Bu genişlemenin kaynakları talep ve üretim artışına neden olan etkenlerdir. Kısaca özetlemek gerekirse üretim cephesinde, teknolojik gelişme ve işgücü verimliliğindeki artış, işgücü arzı fazlalığından kaynaklanan ücretlerin düşük olmasına yönelik baskılar  ve bunun yanı sıra hammadde  ve tarım ürünü fiyatlarının düşük olması; talep cephesinde ise devlet harcamalarında (yatırım ve askeri harcamalar) meydana gelen artış bu uzun süreli büyümenin kaynaklarını oluşturmuştur.[1] Sanayileşmiş ülkeler İkinci Dünya Savaşı sona ermeden önce 1944 yılında dünya ticaretinin serbestleştirilerek, ülkeler arasında çok yanlı denkleşmeyi sağlayacak, savaşta yıkılan ekonomilerin onarımını hızlandıracak bir süreç oluşturmak amacıyla New Hampshire eyaletinin Bretton-Woods kasabasında düzenlenen bir konferansta bir araya gelerek. IMF ve Dünya Bankası’nı kurdular. ABD savaş sonrası döneminin en güçlü ve en zengin ülkesi olması nedeniyle, bu kuruluşların tasarımında etkin bir rol oynamıştır. Özellikle Fon’un kuruluş amacı Avrupa ülkelerinin kısa dönemli borç ihtiyaçlarını karşılamak ve dolayısıyla parasal istikrarı sağlamakla sınırlandırılmışken, Dünya Bankası’na, yıkılan Batı Avrupa’nın imarına yönelik faaliyetlerde bulunma görevi verilmiştir. Bretton Woods konferansında üçüncü dünyanın iktisadi gelişme problemleriyle ilgilenilmemiştir. Bunda rol oynayan unsurlardan en önemlisi, kuruluş döneminde Latin Amerika ülkelerinin dışında, üçüncü dünya ülkelerinin çoğunun sömürge konumunda olmalarıdır[2].


        IMF ve Dünya Bankası’nın temel amacı, Bretton Woods Sistemi ile oluşturulmaya çalışılan daha serbest, dış denkleşme sorunlarının olmadığı, dış ödeme güçlüklerinin yaşanmadığı ve istikrarlı bir uluslararası döviz kuru sisteminin olduğu uluslararası ortamın oluşmasını sağlamak olmuştur.

        Bretton Woods Sisteminde ayarlanabilir sabit kur sistemi geçerliydi. Buna göre ülkeler paralarını anahtar para konumundaki ABD Dolarına bağlayacaklardı. Bu sistemde IMF’in görevi, sabit fakat ayarlanabilir kur sistemini korumak ve dış ödeme güçlüğüne düşen  üye ülkelere kredi vermekti. Yani sistemin uygulanmasında ve çıkabilecek sorunların çözümlenmesinde kilit konumdaki bir kuruluştu. Buna göre eğer üye ülkelerden birinin ödemeler bilançosu açık verirse, bu ülke önce döviz rezervini kullanacak, daha sonra para ve maliye politikası ile yurtiçindeki toplam harcamalarını kısacak ve gerekirse IMF’den kısa süreli kredi kullanacaktır. Bütün bunlara rağmen dış denkleşme sorunu giderilemezse son çare olarak devalüasyona başvurulacaktır. Burada denkliğinin sağlanması temel hedeftir ve bunu sağlarken en önemli araç olarak ihracatın arttırılmasından ziyade ithalatın (toplam harcamaların kısılması kanalıyla) kısılmasına ağırlık verilmiştir. II. Dünya Savaşının sonundan 1970’lerin ortalarına kadar olan dönemde gelişmekte olan ülkelerin izledikleri politikalar bu doğrultuda olmuştur ve “ithal ikameci” büyüme stratejisi ön plana çıkmıştır.

        1970’lerin başlarına kadar sistem etkin bir şekilde işlemiştir. Fakat ABD’de altın rezervlerinin azalması ile sisteme olan güvenin sarsılması dolayısıyla Bretton Woods sistemi 1968 yılında fiilen olarak sona ermiştir. Dış  denkleşme sorunlarının artması, dolar kıtlığından kaynaklanan likidite sorunu, ABD ekonomisinin gücünün azalması ile ortaya çıkan ABD dolarına olan güvenin sarsılması, ABD’nin senyoraj kazançları ve AGÜ’lerin kalkınma sorunlarının bu sistemde içinde çözülmesinde yaşanan sorunlar Bretton Woods sisteminin Mart 1973’de resmi olarakta yıkılmasına neden olmuştur. Ancak, bu sistemin işletilmesini sağlayan IMF ve Dünya Bankası bundan sonraki yıllarda, dünya ekonomisindeki gücünü yitirmemiştir. Bu kuruluşların etkinliklerini arttırarak devam ettirebilmesinin nedeni, 1974 yılında dünya ekonomisinde yaşanan ekonomik krizin ardından ortaya çıkan gelişmelerdir. 1974 krizi gelişmiş ülkelerde iki önemli sorunu beraberinde getirmiştir: Dünya ekonomisinin genişleme süreci artık durmuş ve sonuçta işsizlik ve enflasyon (stagflasyon) bir arada görülmeye başlamıştır. AGÜ’ler de bu durumdan olumsuz etkilenmiştir. Gelişmiş ülkelerdeki toplam talep daralması, AGÜ’lerin hammaddelerine olan talebi azaltmış ve  buna ek olarak Batı ekonomilerinde yaşanan enflasyon, az gelişmiş ülkelerin ithalatını çok pahalı hale getirmiştir. Bu iki unsur bir araya gelince yani ihracat azalıp ithalat artınca, AGÜ’ler ödemeler bilançosu sorunları ile karşı karşıya gelmişler ve bu ülkelerin dünya finans piyasalarından fon talepleri artma eğilimine girmiştir.

        Diğer yandan, 1974 yılında petrol ihracatçısı ülkeler birliği OPEC petrol fiyatlarını varil başına 3 kat arttırmış -bazı iktisatçılara göre 1974 yılı krizinin temel nedeni bu fiyat artışıdır ve bu kriz bir petrol krizidir- ve bu yüzden OPEC üyesi ülkelerin elinde oluşan petro-dolar olarak adlandırılan önemli fonlar değerlendirmek üzere başta Avrupa olmak üzere birçok gelişmiş finans piyasasına arz edilmiştir. Birçok uluslararası kuruluşun elinde biriken bu fonlara en önemli talep ise yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı AGÜ’lerden kaynaklanmıştır. Başlangıçta bu fon alış verişi sorun yaratmamış, ancak AGÜ’lerin içinde bulundukları ekonomik koşulların olumsuzluğu nedeniyle vade bitimlerinde bu fonlar geri dönmemeye başlamıştır. Bu durum dünya ekonomisinde ülkeler ve finans kurumları arasındaki borç alış verişlerinin düzenlenmesi ihtiyacının ortaya çıkmasına neden olmuştur. IMF ve Dünya Bankası’nın yeni rolleri bu noktada ortaya çıkmıştır. Bundan böyle uluslararası finans piyasalarından borçlanmak isteyen bir ülke IMF’nin denetiminden geçecek ve onun onayını alan ülkeye de uluslararası bankalar ve ülkeler borç verebilecektir. Bu güveni sağlamak için IMF, denetimine aldığı ülkelerin ekonomilerini kontrol altında tutarak bu ülkelerin borçlarını zamanında ve eksiksiz ödemelerini sağlamaya yönelik politikalar üretmeye başlamıştır.

Bir ülkeye IMF tarafından “yeşil ışık” yakılabilmesi için, ilgili ülkenin IMF tarafından oluşturulan standart IMF paketini hazırlayacağı “niyet mektubu” kanalıyla Fon’a vermesi ve burada taahhüt ettiği politikaları IMF denetiminde uygulaması gerekmektedir. Standart bir IMF paketinde ise genel çizgileriyle şunlar yer almaktadır[3]:

  • Dış açık veren ülke devalüasyon yapmalıdır.
  • Anti enflasyonist politikalar bağlamında devlet harcamaları kısılmalı, yüksek faiz oranları uygulanmalı, reel ücretler düşürülmeli ve fiyat kontrolleri kaldırılmalıdır.
  •      İhracata dayalı büyüme stratejisi izlenmeli ve yabancı sermaye teşvik edilmelidir.

        Bu son madde 1980 sonrasında AGÜ’lerin izlediği önemli bir sanayileşme stratejisi olarak ortaya çıkmıştır. Bu yeni dönemle birlikte, 1980 öncesinin ithal ikameci politikalarının terk edilmesi gerekmiştir. Dışa açık sanayileşme politikasının ve beraberinde izlenecek diğer liberal ekonomi politikalarının dayanakları şöyle açıklanmaktadır: AGÜ’lerin dış denge sorunu ancak ihracat artışı ile mümkündür, ayrıca ihracat sayesinde ülkedeki işgücünün teknik düzeyi artar, istihdam artar, bu ülkelerin kendilerine olan güvenleri yükselir ve ekonomik bağımsızlık sağlanmış olur. Tüm bunların gerçekleşebilmesi için teknoloji, yatırım ve ticari akımlara ülkelerin açık kapı politikaları uygulaması, özel sektörün geliştirilmesi ve bu yapılırken de fiyat kontrollerinin, tarifelerin ve tarife dışı engellerin ortadan kaldırılması ve özellikle de elektrik gibi altyapı yatırımlarında monopollerin sınırlandırılması gerekmektedir. Tüm bu faaliyetler, devletin ekonomide rolünün özelleştirme uygulamalarıyla küçültüldüğü bir sistemde, etkin finansal kurumlarıyla bir bütün olarak AGÜ’lere sunulmaktadır[4].


               IMF’nin Bretton Woods sonrası dönemde uluslararası finansal sistem içerisinde oynadığı bu rolü belirleyen iki önemli gelişme vardır. Bunlardan birincisi, finansal piyasaların deregülasyonu ve bunun sonucunda uluslararası özel sermaye hareketlerinde ortaya çıkan büyük artışlardır. Uluslararası özel sermaye hareketlerinde 1980’li yıllarda gözlenen büyük çaplı artışlar, Bretton Woods sisteminin geçerli olduğu yıllarda sermaye kontrollerini savunan IMF’nin 1980’li yıllarda dramatik bir biçimde sermaye piyasalarının liberalleştirilmesini savunmasına yol açmıştır. 1980’ler de gözlenen ikinci bir olgu ise, sosyalist sistemlerin çöküşü olmuştur. Bu gelişme ile birlikte, IMF, eski sosyalist ülkelerin piyasa ekonomisine geçmesine yardımcı olma görevini de üstlenmiştir. Bu bağlamda, 1973 yılında Bretton Woods sisteminin sona ermesinin ardından, IMF’nin uluslararası finansal sistem içerisinde oynadığı rolün sona ermediği tersine artış gösterdiği söylenebilir.

              2.ULUSLAR ARASI  FİNANSAL  MİMARİDE REFORM İHTİYACI


       Uluslararası finansal sistemde global bir reform yapılması düşüncesine öncülük eden en önemli gelişme, temelde IMF’nin Washington Konsensüsü çerçevesinde önerdiği politikaların 1997 Asya ve 1998 Rusya krizlerini öngörmekte ve bu krizlerin yıkıcı etkilerini azaltmada başarısız olmasıdır. Bu bağlamda Asya krizi sonrasında, IMF’nin kriz yönetimine ve uluslararası finansal sistem içerisinde oynadığı role ilişkin olarak yapılan eleştirilerin dozu artmıştır.

       Asya krizi, IMF’nin Washington Konsensüsüne dayalı olarak önerdiği kriz yönetimi politikalarının iflasını göstermesi açısından oldukça önemliydi. Zira IMF, Asya krizini öngörememişti ve krizden hemen önce Asya ülkelerinden sıkı para ve bütçe politikası uygulamalarına devam etmelerini önermekteydi. Bu bağlamda, IMF’nin Asya krizinden sonra en çok eleştirilen yönü, Washington Konsensüsüne dayalı kriz yönetim politikaları üzerine odaklanmıştı. İşte bu nedenle, Asya krizinden sonra Washington Konsensüsünün yerine yeni bir paradigma getirilmesi, diğer bir deyişle yeni bir uluslararası mimarinin oluşturulması gerektiği fikri akademik ve politik çevrelerde hızla yaygınlaşmıştır[5].   
IMF’nin   Asya   krizini   öngörememesi  ve  Asya  krizi  sırasında  önerdiği  kriz yönetim politikalarının başarısız olması, uluslararası finansal sistem içerisinde IMF’nin oynadığı role yönelik eskiden beri yöneltilen eleştirilerin tekrar gündeme gelmesine neden olmuştur. Bu ise, başta IMF olmak üzere uluslararası finansal sistemin bütün kurumlarının yeniden inşa edilmesi düşüncesini ortaya çıkarmıştır. Konuya ilişkin tartışmalar literatürde uluslararası finansal mimarinin reformu adı altında yapılmaktadır.
       Sakakibara’ya göre, temelde Washington Konsensüsünden, 21.Yüzyıl için yeni bir uluslararası finansal mimariye geçiş, G-7’lerin 19 Haziran 1999’daki Köln Zirvesinde G-7’lerin maliye bakanlarının hazırladığı bir rapor ile oldu. G-7 ülkelerinin maliye bakanlarının hazırladığı rapora göre, ulusal otoriteler Basel Komitesi’nin önerilerine uygun risk yönetim uygulamaları oluşturarak bankacılık kurumlarını ve özel firmaları desteklemelidir. Aynı zamanda bu rapor, Finansal İstikrar Forumunun kurulacağını ve bu forumun finansal istikrarsızlıklarla ilgili konularda çalışacağını da belirtmektedir. Yükselen piyasa ekonomileri açısından ise, rapor dört farklı alanı dikkate alır: Döviz kuru rejimleri, sermaye hareketleri, finansal sistemler ve borç yönetimi. Uygun bir döviz kuru rejiminin belirlenmesi, yatırımcıların sahip olduğu kur riski nedeniyle oldukça önemlidir. Bu bağlamda G-7 raporu, IMF’nin üye ülkelerin döviz kuru istikrarının sürdürülmesi ve böylece kur riskinin azaltılması için gözetim faaliyetlerinde daha aktif bir rol oynaması gerektiğini belirtmektedir. G-7 raporu, sermaye hesabının liberalleştirmesinin tutarlı makro ekonomik politikalarla dikkatli bir biçimde ve iyi yöntemlerle desteklenmesini tavsiye etmektedir. Yine rapor, sermaye girişlerine getirilecek sınırlandırmaların ise, ülkelerin iç finansal sistemleri ve kurumları ile desteklenmesi gerektiğini de belirtmektedir. Diğer yandan rapor, finansal sektör reformu konusunda IMF ve Dünya Bankası arasında yakın bir koordinasyon kurulması gerektiğini de içermektedir.   

       Genelde uluslararası finansal mimari tartışmalarında  merkezi rol IMF’ye verilmektedir. Çünkü doksanların krizleri genellikle parasal kesimde başladığı (döviz ve bankacılık) için tartışmalarda  parasal kesim sorunlarında yoğunlaşmaktadır. Bu uluslararası  değişim aracı olan paranın niteliğinden çok kriz yaşayan ülkelerin finansal yapılarını sorgulayan tartışmalardır. Reform tartışmaları ile ilgili diğer bir önemli görüşte IMF’nin  bugüne kadar daha çok bir itfaiyeci rolü üstlendiği şeklindedir. Bundan dolayı IMF son borç verici merci olmanın yanında dış ödeme sorunu yaşayan ülkeleri denetleme fonksiyonunu da yerine getirmelidir[6].




              3. TARİHİ DERSLER



        Uluslararası ticareti önemli kılan toplumların refahını artırması, dolayısıyla üretim ve büyümeye yapacağı katkıdır. Bu açıdan bakıldığında uluslararası finansal  sistemde istikrar arayışının nedeni, uluslar arası parasal hareketin ve uluslararası  ticaretin reel kesimde sorunlara yol açmadan ülkelerin refah artışına katkı sağlaması isteğidir. Bu açıdan uluslararası finansal mimarinin tarihinden çıkarılan dersler önem kazanmaktadır.

        Altın para standardının geçerli olduğu 1880-1914 döneminde dünya ekonomisinde bugüne kadar görülen en fazla bütüme ve genişleme yaşanmıştır. Bu dönemde dünya ekonomisi ortalama yıllık % 3 büyümüştür. Birinci dünya savaşı ile son bulan bu sürece bakıldığında çıkarılacak dersler üç başlık altında sıralanabilir[7].
·               Ülkeler altın standardına bağlı kaldığı sürece sistem gücünü korumuştur. Bu nedenle de finansal krizler nadir ve kontrol edilebilir olmuştur. Yani altın standardı güçlü bir stabilizasyon aracı olmuştur.
·               Altın standardının sağladığı, mal fiyatlarının öngörülebilirliği ve varlıkların değerinin güvenilirliği (korunması) uluslararası ticarete, deniz aşırı yatırımlara ve ekonomik büyümeye güçlü destek sağlamıştır
·               Uluslar arası parasal sistemin sıra dışı bir şekilde büyüdüğü ve değiştiği bir ortamda, altın standardı serbest ticaret ve sermaye akımlarının gerçekleşmesinde  fevkalade başarılı olmuştur.

İki dünya savaşı arası yaşanan işsizlik ve depresyon ve bunların çözümsüzlüğünün getirdiği İkinci Dünya Savaşı’nı analiz eden merkez bankası uzmanları ve finans yöneticilerine göre bu dönemden çıkarılacak dersler şöyle sıralanabilir[8]:

·               Altın standardına kesin bir taahhütle bağlı kalınmadığı  bir ortamda serbest uluslararası  sermaye akımları  destabilizasyona yol açarak, enflasyonun, finansal krizlerin veya ekonomik depresyonların kaynağı olmaktadır.
·               Dönemsel kur ayarlamalarına izin vermeyen bir sistemde, işsizliğin politik maliyeti altın standardın ile kuvvetli bir yapışkanlık göstermektedir.
·               Merkez bankasının sorumluluğu sahibi olan politik uzmanlara dağıtması yeterli değildir, stabilizasyon ve başarının ön şartı ekonomi üzerinde belirleyici olan güçler ve resmi kurumlar taahhütlerine bağlı kalmalıdır.

Bretton  Woods sistemine götüren süreç Keynesyen politikaların benimsenmesi ile sonuçlandı ve 1944-1973 dönemi dünya ekonomisinde büyüme ve istihdam açısından altın yılar olarak (Thirty Glorious Years) anılmaya başlandı. Bu dönemde para politikasının ulusal kontrolde olması bir gereklilik olarak görülüyordu. Çünkü (uluslararası)serbest sermaye hareketliliği, sabit kur ve bağımsız para politikasının bir arada uygulanmasının  imkansız olduğu görüldü .Bundan dolayı en azından yarı-sabit kur rejiminin uygulanabilmesi için,  bağımsız para politikası sermayenin uluslar arası dolaşımına tercih edildi. İstihdam sorunlarının çözümü için  sabit fakat ayarlanabilir kur rejimi hükümetler için temel tercih oldu. IMF ve Dünya Bankası bu politikaların sürdürülebilmesi için iki savaş arası deneyimin ışığında oluşturuldu ve sistem 1960’ların sonuna kadar başarılı bir şekilde işledi.
1973-74 Petrol Krizleri sonucu gelişmiş ekonomilerde başlayan stagflasyon sonucu, gelişmekte olan ülkelerin ithal ikameci sanayileşmeyi sürdürebilmeleri  zora girdi. Hem  gelişmiş ülkelerde ithalatın azalması sonucu döviz gelirlerinin azalması hemde borç bulmanın zorlaşması ve borçlanma maliyetlerinin artması  sonucu 1970-80 yıllarının istikrarsız uluslarası finansal sistemi değerlendirildiğinde şu dersler çıkarılabilir:

·               Politika yapıcıların gelişmiş ülke ekonomilerinde bağımsız bir ekonomi politikası takip etmeleri ve sabit fakat ayarlanabilir kur sisteminde uzun süre sermaye hareketlerini kontrol etmeleri mümkün değildir.
·               İletişim araçlarının gelişmesi ve bunun sonucu ticaretin kolaylaşması dünyayı küçültmüştür. Bu ortamda sürdürülemez hükümet politikalarına izin verilmediği sürece uluslararası sermaye hareketlerini artması yara sağlar.

1980 sonrası yaşanan borç krizleri ve 1990’larda yaşanan finansal krizlerden sonra geriye bakıldığında ise çıkarılacak dersler şu şekilde özetlenebilir[9]:

·               Serbest sermaye hareketliliği yükselen piyasalar (emerging-markets)  için en iyisidir, eğer bu piyasalar uygun şekilde regüle edilirse (düzenlenirse).
·               İster para kurulu (currency board), isterse önceden ilan edilmiş kur rejimi (pegged Exchange rate) uygulansın hükümetler sürdürülemez politikarı (kamu kesimi açığı) takip ettiği sürece kriz kaçınılmazdır.
·               Avrupa, ABD ve Japonya arasında bir politika koordinasyonunun yokluğu  küçük zararlara yol açsa bile, Dünya ticaretinin hızla büyüdüğü bir ortamda  dalgalı kur rejimi (largely floating rate) genellikle bir sorun kaynağı olmaz.


 


               

               

              SONUÇ



        Günümüzde yaygın olan görüş uluslararası  finansal sistemi en iyi düzenleyecek olan mekanizmanın piyasanın kendisi olduğudur. Pür teori alanında kalındığı sürece piyasa güçlerinin kaynak tahsisini en iyi şekilde gerçekleştireceği  ve böylece de  serbest sermaye hareketlerinin dünya ticareti ve refahını artıracağı mantıklıdır. Fakat finansal serbestleşmenin başladığı seksenli yıllardan bu yana bakıldığında gerek ülkeler arası, gerekse  iç kesimler arası gelir uçurumu artmakta, talep yapıları sürdürülemez  bir gelişme göstermektedir.

        Bütün dikkatler uluslararası parasal hareketlerin sorunsuz işlemesine yönelirken, reel kesim sorunları ikinci planda kalmaktadır. Küresel düzeyde üretim ,istihdam ve bölüşüm sorunları derinleşirken kamu açıkları sorunlarını çözmekte iyice güçleşmektedir.

        Güncel tartışmalar, uluslararası  finansal mimariyi düzenleyecek kurumların son borç verici ve finansal yapıyı denetleyici rolünü ön plana çıkarmakta, uluslararası muhasebe ve denetim standartları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Oysa bunlar kadar önemli bir sorun olan denkleştirme sorunu ortada durmaktadır. IMF dış ticaret açığı verenlere yaptırımları ön plana çıkarırken dış ticaret fazlası veren gelişmiş ülkeler IMF’nin -kuruluş felsefesine aykırı olarak- gündeminin dışındadır.

        Sonuç olarak uluslararası finansal mimarinin yeniden düzenlenmesi (reformu) acil bir ihtiyaç olarak ortada dururken, yeni finansal mimarinin nasıl  olması gerektiği sorusunun henüz bir yanıtı bulunmamaktadır.




























________________________________________________________________________

              KAYNAKÇA


·               BARRO, Robert J. “Economic Growth in East Asia Before and After The Financial Crises”, NBER Working Paper Series, No. 8330, June 2001.
·               ______ and Jong-Wha Lee. “IMF Programs: Who is Chosen and What are the Effects?”, NBER Working Paper Series, No. 8951, May-2002.

·               DELONG, J. Bradford  ‘’What Should We Think About When WE Thing About Refounding the International Monetary System?’’, National Bureau Of Economic Research, July 2004, www.nber.org (Erişim:19.12.2004).
·               EDWARDS, Sebastian. ‘’Exchange Rate Regimes, Capital Flows And Crisis Prevention’’,National Bureau Of Economic Research, Working Paper No: 8529,http//www.nber.org/papers/w8529.
·               LINDBAEK,Jannik ve RICHARD,J.F. “Agility in New World Economy, Finance and Development, Vol.31, No.3, 1994.
·               MASSON, Paul. “Contagion: Monsoonal Effects, Spiovers, and Jumps between Multiple Equilibria”, IMF Working Papers, No. 98/142, September 1998.
·               PAYER, Cherl . The Debt Trap: IMF and The Third World, Middlesex: Penguin Books, 1974.
·               SEYİDOĞLU, Halil. “Uluslararası Mali Krizler, IMF Politikaları, Az Gelişmiş Ülkeler, Türkiye ve Dönüşüm Ekonomileri”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, Cilt.2, Sayı.4, 2003.
·               SAKAKIBARA,Eisuke  “From the Washington Consensus to the New International Financial Architecture”, Reserve Bank of Australia 1999 Conference Capital Flows and the International Financial System, 9-10 August 1999.






[1] Bernard Rosier, İktisadi Kriz Kuramları, İletişim Yayınları, 1991, s.58-62.
[2] Cherl Payer, The Debt Trap: IMF and The Third World, Middlesex: Penguin Books, 1974, s.22.
[3] Payer, a.g.e, s.33.
[4] Jannik Lindbaek ve J.F.Rischard, “Agility in New World Economy, Finance and Development, Vol.31, No.3, 1994, ss.34-35.
[5] Eisuke Sakakibara, “From the Washington Consensus to the New International Financial Architecture”, Reserve Bank of Australia 1999 Conference Capital Flows and the International Financial System, 9-10 August 1999, ss. 183-184.

[6] Sebastian Edwards, ‘’Exchange Rate Regimes, Capital Flows And Crisis Prevention’’,National Bureau Of Economic Research Working Paper No: 8529,http//www.nber.org/papers/w8529

[7] J. Bradford DeLong, ‘’What Should We Think About When WE Thing About Refounding the International Monetary System?’’, Temmuz 2004, www.nber.org (Erişim:19.12.2004), ss. 6-7.
[8] J. Bradford DeLong, a.g.m., ss. 10-11.
[9] J. Bradford DeLong, a.g.m., ss. 19-20.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder