YILMAZ DOĞRU
(2004)
GİRİŞ
Finansal sektör, sermaye birikimini hızlandıran, kaynakların
verimli alanlara yönlendirilmesini sağlayan ve ekonomik büyüme sürecini
etkileyen önemli sektörlerden biridir. Bir ülkede reel sektör ile finansal
sektör arasındaki yakın ilişkinin varlığı, finansal sektörü ekonomik büyümenin
itici gücü kılmıştır.
Gelişmiş ve gelişmekte olan birçok
ülkede küreselleşme ve bölgesel bütünleşme eğilimleri, tüketici tercihlerinin
değişmesini ve mali sektörde yapısal değişimleri zorunlu hale getirmiştir. Bu
yapısal değişim süreci, finansal sistemin etkin ve verimli bir şekilde
çalışmasını sağlamıştır. Ancak, bu durum finansal kuruluşların ve finansal
sistemin maruz kalabileceği riskleri de artırmıştır. Finansal yenilikler,
finansal sisteme derinlik kazandırmış ve sistemin işlem hacmini artırmış, bunun
yanında, finansal piyasaların taşıdığı likidite riskinin büyümesine yol açmış
ve finansal piyasaların krize sürüklenmesini de hızlandırmıştır.
Başlangıcı 1980’li yıllar olarak kabul
edilen hızlı küreselleşme olgusu, finansal serbestleşme ve finansal piyasalara
yönelik olarak daha önceden konulmuş olan düzenlemelerin kaldırılması
(deregülasyon) olgusunu da beraberinde getirmiştir. Bunun sonucunda faiz
oranlarını serbest bırakan ve sermaye hesabını liberalleştiren ülkelere doğru
çok hızlı bir sermaye girişi olmuştur. Ancak, finansal piyasalarını yeterince
geliştirmeden ve derinlik kazandırmadan finansal serbestleşme hareketine
girişen Gelişmekte olan ülkeler, özellikle 1990’larda büyük ölçekli finansal
krizlerle karşı karşıya kalmışlardır. Teknolojik gelişmeler, mali piyasalar ile
kambiyo rejimlerinin liberalleştirilmesi, piyasaların bütünleşerek
küreselleşmenin hızlanması bir ülkenin finansal piyasalarında yaşanan krizin
diğer ülkelere yayılma ihtimalini artırmış ve mali sistemleri daha kırılgan ve
duyarlı hale getirmiştir. Politik istikrarsızlıklar, kamu borç yönetiminde vade
ve döviz yükümlülüklerindeki uyumsuzluklar, bankacılık sektöründe takipteki
kredilerin hızla artması ve uygun bankacılık düzenlemelerinin bulunmadığı
koşullar altında bankaların yanlış tutumları nedeniyle 1994 yılında Meksika’da
yaşanan kriz ve bu krizin yarattığı bulaşma etkisi ile diğer Latin Amerika ülkelerinin
etkilenmesi söz konusu duruma bir örnektir. Bu krizin sonucunda, Meksika döviz
rezervlerinin yüzde 77’sini kaybetmiş ve GSYİH 1994-1995 döneminde yüzde 6
oranında küçülmüştür. Aynı şekilde, 1997 yılında
kısa vadeli borçlardaki artış, bankaların borç portföylerinin
yapısındaki bozukluklar, kurumsal inceleme ve denetim mekanizmalarının
gevşemesi ve özellikle finans kesimindeki yapısal zayıflık nedeniyle Tayland’da
başlayan ve ardından birçok Doğu ve Güneydoğu Asya ülkesini etkileyen Asya
krizi de bulaşma etkisinin açık bir şekilde görüldüğü bir diğer kriz olmuştur.
Söz konusu krizin etkisiyle 1998 yılı sonunda, Tayland, Malezya, Filipinler, G.
Kore ve Endonezya’nın GSYİH’ları onemli oranlarda küçülmüştür. Bu krizler,
küreselleşmenin etkisi ile bütünleşmiş durumdaki finansal piyasaların birinde
yaşanan krizin diğer ülkelerin finansal piyasalarını nasıl olumsuz
etkileyebileceğini ve dünya ekonomisinde istikrarsızlığa neden olabileceğini
göstermiştir.
Bu gelişmeler üzerine, uluslararsı
finansal sistemin tekrar sorgulanması yoğunluk kazanmıştır. Uluslararsı
finansal sistemi düzenleyen kurumlar, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya
Bankası (WB) ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) başta olmak üzere sorgulanmaya başlamıştır. Bu kurumların
krizleri önlemede ve kriz sonrası alınacak önlemler konusunda yetersiz
kalması, uluslararası finansal mimarinin yeniden düzenlenmesi gerektiği tartışmasını
gündeme getirmiştir.
Yeni bir uluslararası finansal mimariye
ihtiyaç duyulmasının temel nedeninin, uluslararası finansal kurumların çok
hızlı bir biçimde yaşanan finansal küreselleşme hareketinin getirdiği sorunlara
etkili bir biçimde cevap verememesi olduğu söylenebilir. Yeni uluslararası
finansal mimarideki reform arayışları, krizler çıkmadan önce krizlerin önceden
öngörülerek önlenmesi ve finansal krizler çıktıktan sonra da krizlerle daha
etkin bir biçimde mücadele edilebilmesi konularına odaklanmaktadır.
1.ULUSLAR ARASI FİNANSAL MİMARİ
İkinci
Dünya Savaşı’nın ardından dünya ekonomisi, ABD ekonomisi önderliğinde yaklaşık
20-25 yıl süren bir genişleme dönemine girmiştir. Bu genişlemenin kaynakları
talep ve üretim artışına neden olan etkenlerdir. Kısaca özetlemek gerekirse
üretim cephesinde, teknolojik gelişme ve işgücü verimliliğindeki artış, işgücü
arzı fazlalığından kaynaklanan ücretlerin düşük olmasına yönelik baskılar ve bunun yanı sıra hammadde ve tarım ürünü fiyatlarının düşük olması;
talep cephesinde ise devlet harcamalarında (yatırım ve askeri harcamalar)
meydana gelen artış bu uzun süreli büyümenin kaynaklarını oluşturmuştur.[1]
Sanayileşmiş ülkeler İkinci Dünya Savaşı sona ermeden önce 1944 yılında dünya
ticaretinin serbestleştirilerek, ülkeler arasında çok yanlı denkleşmeyi
sağlayacak, savaşta yıkılan ekonomilerin onarımını hızlandıracak bir süreç
oluşturmak amacıyla New Hampshire eyaletinin Bretton-Woods kasabasında
düzenlenen bir konferansta bir araya gelerek. IMF ve Dünya Bankası’nı kurdular.
ABD savaş sonrası döneminin en güçlü ve en zengin ülkesi olması nedeniyle, bu
kuruluşların tasarımında etkin bir rol oynamıştır. Özellikle Fon’un kuruluş
amacı Avrupa ülkelerinin kısa dönemli borç ihtiyaçlarını karşılamak ve
dolayısıyla parasal istikrarı sağlamakla sınırlandırılmışken, Dünya Bankası’na,
yıkılan Batı Avrupa’nın imarına yönelik faaliyetlerde bulunma görevi
verilmiştir. Bretton Woods konferansında üçüncü dünyanın iktisadi gelişme
problemleriyle ilgilenilmemiştir. Bunda rol oynayan unsurlardan en önemlisi,
kuruluş döneminde Latin Amerika ülkelerinin dışında, üçüncü dünya ülkelerinin
çoğunun sömürge konumunda olmalarıdır[2].
IMF
ve Dünya Bankası’nın temel amacı, Bretton Woods Sistemi ile oluşturulmaya
çalışılan daha serbest, dış denkleşme sorunlarının olmadığı, dış ödeme
güçlüklerinin yaşanmadığı ve istikrarlı bir uluslararası döviz kuru sisteminin
olduğu uluslararası ortamın oluşmasını sağlamak olmuştur.
Bretton
Woods Sisteminde ayarlanabilir sabit kur sistemi geçerliydi. Buna göre ülkeler
paralarını anahtar para konumundaki ABD Dolarına bağlayacaklardı. Bu sistemde IMF’in
görevi, sabit fakat ayarlanabilir kur sistemini korumak ve dış ödeme güçlüğüne
düşen üye ülkelere kredi vermekti. Yani sistemin
uygulanmasında ve çıkabilecek sorunların çözümlenmesinde kilit konumdaki bir
kuruluştu. Buna göre eğer üye ülkelerden birinin ödemeler bilançosu açık verirse,
bu ülke önce döviz rezervini kullanacak, daha sonra para ve maliye politikası
ile yurtiçindeki toplam harcamalarını kısacak ve gerekirse IMF’den kısa süreli
kredi kullanacaktır. Bütün bunlara rağmen dış denkleşme sorunu giderilemezse
son çare olarak devalüasyona başvurulacaktır. Burada denkliğinin sağlanması
temel hedeftir ve bunu sağlarken en önemli araç olarak ihracatın
arttırılmasından ziyade ithalatın (toplam harcamaların kısılması kanalıyla)
kısılmasına ağırlık verilmiştir. II. Dünya Savaşının sonundan 1970’lerin
ortalarına kadar olan dönemde gelişmekte olan ülkelerin izledikleri politikalar
bu doğrultuda olmuştur ve “ithal ikameci” büyüme stratejisi ön plana çıkmıştır.
1970’lerin
başlarına kadar sistem etkin bir şekilde işlemiştir. Fakat ABD’de altın
rezervlerinin azalması ile sisteme olan güvenin sarsılması dolayısıyla Bretton
Woods sistemi 1968 yılında fiilen olarak sona ermiştir. Dış denkleşme sorunlarının artması, dolar kıtlığından
kaynaklanan likidite sorunu, ABD ekonomisinin gücünün azalması ile ortaya çıkan
ABD dolarına olan güvenin sarsılması, ABD’nin senyoraj kazançları ve AGÜ’lerin
kalkınma sorunlarının bu sistemde içinde çözülmesinde yaşanan sorunlar Bretton
Woods sisteminin Mart 1973’de resmi olarakta yıkılmasına neden olmuştur. Ancak,
bu sistemin işletilmesini sağlayan IMF ve Dünya Bankası bundan sonraki
yıllarda, dünya ekonomisindeki gücünü yitirmemiştir. Bu kuruluşların
etkinliklerini arttırarak devam ettirebilmesinin nedeni, 1974 yılında dünya
ekonomisinde yaşanan ekonomik krizin ardından ortaya çıkan gelişmelerdir. 1974
krizi gelişmiş ülkelerde iki önemli sorunu beraberinde getirmiştir: Dünya
ekonomisinin genişleme süreci artık durmuş ve sonuçta işsizlik ve enflasyon (stagflasyon)
bir arada görülmeye başlamıştır. AGÜ’ler de bu durumdan olumsuz etkilenmiştir.
Gelişmiş ülkelerdeki toplam talep daralması, AGÜ’lerin hammaddelerine olan
talebi azaltmış ve buna ek olarak Batı
ekonomilerinde yaşanan enflasyon, az gelişmiş ülkelerin ithalatını çok pahalı
hale getirmiştir. Bu iki unsur bir araya gelince yani ihracat azalıp ithalat
artınca, AGÜ’ler ödemeler bilançosu sorunları ile karşı karşıya gelmişler ve bu
ülkelerin dünya finans piyasalarından fon talepleri artma eğilimine girmiştir.
Diğer
yandan, 1974 yılında petrol ihracatçısı ülkeler birliği OPEC petrol fiyatlarını
varil başına 3 kat arttırmış -bazı iktisatçılara göre 1974 yılı krizinin temel
nedeni bu fiyat artışıdır ve bu kriz bir petrol krizidir- ve bu yüzden OPEC
üyesi ülkelerin elinde oluşan petro-dolar olarak adlandırılan önemli fonlar
değerlendirmek üzere başta Avrupa olmak üzere birçok gelişmiş finans piyasasına
arz edilmiştir. Birçok uluslararası kuruluşun elinde biriken bu fonlara en
önemli talep ise yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı AGÜ’lerden
kaynaklanmıştır. Başlangıçta bu fon alış verişi sorun yaratmamış, ancak
AGÜ’lerin içinde bulundukları ekonomik koşulların olumsuzluğu nedeniyle vade
bitimlerinde bu fonlar geri dönmemeye başlamıştır. Bu durum dünya ekonomisinde
ülkeler ve finans kurumları arasındaki borç alış verişlerinin düzenlenmesi
ihtiyacının ortaya çıkmasına neden olmuştur. IMF ve Dünya Bankası’nın yeni
rolleri bu noktada ortaya çıkmıştır. Bundan böyle uluslararası finans
piyasalarından borçlanmak isteyen bir ülke IMF’nin denetiminden geçecek ve onun
onayını alan ülkeye de uluslararası bankalar ve ülkeler borç verebilecektir. Bu
güveni sağlamak için IMF, denetimine aldığı ülkelerin ekonomilerini kontrol
altında tutarak bu ülkelerin borçlarını zamanında ve eksiksiz ödemelerini
sağlamaya yönelik politikalar üretmeye başlamıştır.
Bir ülkeye IMF tarafından “yeşil ışık”
yakılabilmesi için, ilgili ülkenin IMF tarafından oluşturulan standart IMF
paketini hazırlayacağı “niyet mektubu” kanalıyla Fon’a vermesi ve burada
taahhüt ettiği politikaları IMF denetiminde uygulaması gerekmektedir. Standart
bir IMF paketinde ise genel çizgileriyle şunlar yer almaktadır[3]:
- Dış açık
veren ülke devalüasyon yapmalıdır.
- Anti
enflasyonist politikalar bağlamında devlet harcamaları kısılmalı, yüksek
faiz oranları uygulanmalı, reel ücretler düşürülmeli ve fiyat kontrolleri
kaldırılmalıdır.
-
İhracata dayalı büyüme
stratejisi izlenmeli ve yabancı sermaye teşvik edilmelidir.
Bu
son madde 1980 sonrasında AGÜ’lerin izlediği önemli bir sanayileşme stratejisi
olarak ortaya çıkmıştır. Bu yeni dönemle birlikte, 1980 öncesinin ithal ikameci
politikalarının terk edilmesi gerekmiştir. Dışa açık sanayileşme politikasının
ve beraberinde izlenecek diğer liberal ekonomi politikalarının dayanakları
şöyle açıklanmaktadır: AGÜ’lerin dış denge sorunu ancak ihracat artışı ile
mümkündür, ayrıca ihracat sayesinde ülkedeki işgücünün teknik düzeyi artar,
istihdam artar, bu ülkelerin kendilerine olan güvenleri yükselir ve ekonomik
bağımsızlık sağlanmış olur. Tüm bunların gerçekleşebilmesi için teknoloji, yatırım
ve ticari akımlara ülkelerin açık kapı politikaları uygulaması, özel sektörün
geliştirilmesi ve bu yapılırken de fiyat kontrollerinin, tarifelerin ve tarife
dışı engellerin ortadan kaldırılması ve özellikle de elektrik gibi altyapı
yatırımlarında monopollerin sınırlandırılması gerekmektedir. Tüm bu
faaliyetler, devletin ekonomide rolünün özelleştirme uygulamalarıyla
küçültüldüğü bir sistemde, etkin finansal kurumlarıyla bir bütün olarak
AGÜ’lere sunulmaktadır[4].
IMF’nin
Bretton Woods sonrası dönemde uluslararası finansal sistem içerisinde oynadığı
bu rolü belirleyen iki önemli gelişme vardır. Bunlardan birincisi, finansal
piyasaların deregülasyonu ve bunun sonucunda uluslararası özel sermaye
hareketlerinde ortaya çıkan büyük artışlardır. Uluslararası özel sermaye
hareketlerinde 1980’li yıllarda gözlenen büyük çaplı artışlar, Bretton Woods
sisteminin geçerli olduğu yıllarda sermaye kontrollerini savunan IMF’nin
1980’li yıllarda dramatik bir biçimde sermaye piyasalarının
liberalleştirilmesini savunmasına yol açmıştır. 1980’ler de gözlenen ikinci bir
olgu ise, sosyalist sistemlerin çöküşü olmuştur. Bu gelişme ile birlikte, IMF,
eski sosyalist ülkelerin piyasa ekonomisine geçmesine yardımcı olma görevini de
üstlenmiştir. Bu bağlamda, 1973 yılında Bretton Woods sisteminin sona ermesinin
ardından, IMF’nin uluslararası finansal sistem içerisinde oynadığı rolün sona
ermediği tersine artış gösterdiği söylenebilir.
2.ULUSLAR ARASI FİNANSAL MİMARİDE REFORM İHTİYACI
Uluslararası finansal sistemde global bir
reform yapılması düşüncesine öncülük eden en önemli gelişme, temelde IMF’nin
Washington Konsensüsü çerçevesinde önerdiği politikaların 1997 Asya ve 1998 Rusya
krizlerini öngörmekte ve bu krizlerin yıkıcı etkilerini azaltmada başarısız
olmasıdır. Bu bağlamda Asya krizi sonrasında, IMF’nin kriz yönetimine ve
uluslararası finansal sistem içerisinde oynadığı role ilişkin olarak yapılan
eleştirilerin dozu artmıştır.
Asya krizi, IMF’nin Washington
Konsensüsüne dayalı olarak önerdiği kriz yönetimi politikalarının iflasını
göstermesi açısından oldukça önemliydi. Zira IMF, Asya krizini öngörememişti ve
krizden hemen önce Asya ülkelerinden sıkı para ve bütçe politikası
uygulamalarına devam etmelerini önermekteydi. Bu bağlamda, IMF’nin Asya
krizinden sonra en çok eleştirilen yönü, Washington Konsensüsüne dayalı kriz
yönetim politikaları üzerine odaklanmıştı. İşte bu nedenle, Asya krizinden
sonra Washington Konsensüsünün yerine yeni bir paradigma getirilmesi, diğer bir
deyişle yeni bir uluslararası mimarinin oluşturulması gerektiği fikri akademik
ve politik çevrelerde hızla yaygınlaşmıştır[5].
IMF’nin Asya
krizini öngörememesi ve
Asya krizi sırasında
önerdiği kriz yönetim
politikalarının başarısız olması, uluslararası finansal sistem içerisinde
IMF’nin oynadığı role yönelik eskiden beri yöneltilen eleştirilerin tekrar
gündeme gelmesine neden olmuştur. Bu ise, başta IMF olmak üzere uluslararası
finansal sistemin bütün kurumlarının yeniden inşa edilmesi düşüncesini ortaya
çıkarmıştır. Konuya ilişkin tartışmalar literatürde uluslararası finansal
mimarinin reformu adı altında yapılmaktadır.
Sakakibara’ya göre, temelde Washington
Konsensüsünden, 21.Yüzyıl için yeni bir uluslararası finansal mimariye geçiş,
G-7’lerin 19 Haziran 1999’daki Köln Zirvesinde G-7’lerin maliye bakanlarının
hazırladığı bir rapor ile oldu. G-7 ülkelerinin maliye bakanlarının hazırladığı
rapora göre, ulusal otoriteler Basel Komitesi’nin önerilerine uygun risk
yönetim uygulamaları oluşturarak bankacılık kurumlarını ve özel firmaları
desteklemelidir. Aynı zamanda bu rapor, Finansal İstikrar Forumunun kurulacağını
ve bu forumun finansal istikrarsızlıklarla ilgili konularda çalışacağını da
belirtmektedir. Yükselen piyasa ekonomileri açısından ise, rapor dört farklı
alanı dikkate alır: Döviz kuru rejimleri, sermaye hareketleri, finansal
sistemler ve borç yönetimi. Uygun bir döviz kuru rejiminin belirlenmesi,
yatırımcıların sahip olduğu kur riski nedeniyle oldukça önemlidir. Bu bağlamda
G-7 raporu, IMF’nin üye ülkelerin döviz kuru istikrarının sürdürülmesi ve
böylece kur riskinin azaltılması için gözetim faaliyetlerinde daha aktif bir
rol oynaması gerektiğini belirtmektedir. G-7 raporu, sermaye hesabının
liberalleştirmesinin tutarlı makro ekonomik politikalarla dikkatli bir biçimde
ve iyi yöntemlerle desteklenmesini tavsiye etmektedir. Yine rapor, sermaye
girişlerine getirilecek sınırlandırmaların ise, ülkelerin iç finansal
sistemleri ve kurumları ile desteklenmesi gerektiğini de belirtmektedir. Diğer
yandan rapor, finansal sektör reformu konusunda IMF ve Dünya Bankası arasında
yakın bir koordinasyon kurulması gerektiğini de içermektedir.
Genelde uluslararası finansal mimari
tartışmalarında merkezi rol IMF’ye
verilmektedir. Çünkü doksanların krizleri genellikle parasal kesimde başladığı
(döviz ve bankacılık) için tartışmalarda
parasal kesim sorunlarında yoğunlaşmaktadır. Bu uluslararası değişim aracı olan paranın niteliğinden çok
kriz yaşayan ülkelerin finansal yapılarını sorgulayan tartışmalardır. Reform
tartışmaları ile ilgili diğer bir önemli görüşte IMF’nin bugüne kadar daha çok bir itfaiyeci rolü
üstlendiği şeklindedir. Bundan dolayı IMF son borç verici merci olmanın yanında
dış ödeme sorunu yaşayan ülkeleri denetleme fonksiyonunu da yerine getirmelidir[6].
3. TARİHİ DERSLER
Uluslararası ticareti önemli kılan toplumların refahını
artırması, dolayısıyla üretim ve büyümeye yapacağı katkıdır. Bu açıdan
bakıldığında uluslararası finansal
sistemde istikrar arayışının nedeni, uluslar arası parasal hareketin ve
uluslararası ticaretin reel kesimde
sorunlara yol açmadan ülkelerin refah artışına katkı sağlaması isteğidir. Bu
açıdan uluslararası finansal mimarinin tarihinden çıkarılan dersler önem
kazanmaktadır.
Altın para standardının geçerli olduğu 1880-1914 döneminde
dünya ekonomisinde bugüne kadar görülen en fazla bütüme ve genişleme
yaşanmıştır. Bu dönemde dünya ekonomisi ortalama yıllık % 3 büyümüştür. Birinci
dünya savaşı ile son bulan bu sürece bakıldığında çıkarılacak dersler üç başlık
altında sıralanabilir[7].
·
Ülkeler altın standardına bağlı kaldığı sürece
sistem gücünü korumuştur. Bu nedenle de finansal krizler nadir ve kontrol
edilebilir olmuştur. Yani altın standardı güçlü bir stabilizasyon aracı
olmuştur.
·
Altın standardının sağladığı, mal fiyatlarının
öngörülebilirliği ve varlıkların değerinin güvenilirliği (korunması)
uluslararası ticarete, deniz aşırı yatırımlara ve ekonomik büyümeye güçlü
destek sağlamıştır
·
Uluslar arası parasal sistemin sıra dışı bir
şekilde büyüdüğü ve değiştiği bir ortamda, altın standardı serbest ticaret ve
sermaye akımlarının gerçekleşmesinde
fevkalade başarılı olmuştur.
İki dünya savaşı arası
yaşanan işsizlik ve depresyon ve bunların çözümsüzlüğünün getirdiği İkinci
Dünya Savaşı’nı analiz eden merkez bankası uzmanları ve finans yöneticilerine
göre bu dönemden çıkarılacak dersler şöyle sıralanabilir[8]:
·
Altın standardına kesin bir taahhütle bağlı
kalınmadığı bir ortamda serbest
uluslararası sermaye akımları destabilizasyona yol açarak, enflasyonun,
finansal krizlerin veya ekonomik depresyonların kaynağı olmaktadır.
·
Dönemsel kur ayarlamalarına izin vermeyen bir
sistemde, işsizliğin politik maliyeti altın standardın ile kuvvetli bir
yapışkanlık göstermektedir.
·
Merkez bankasının sorumluluğu sahibi olan
politik uzmanlara dağıtması yeterli değildir, stabilizasyon ve başarının ön
şartı ekonomi üzerinde belirleyici olan güçler ve resmi kurumlar taahhütlerine
bağlı kalmalıdır.
Bretton Woods sistemine götüren süreç Keynesyen
politikaların benimsenmesi ile sonuçlandı ve 1944-1973 dönemi dünya
ekonomisinde büyüme ve istihdam açısından altın yılar olarak (Thirty Glorious
Years) anılmaya başlandı. Bu dönemde para politikasının ulusal kontrolde olması
bir gereklilik olarak görülüyordu. Çünkü (uluslararası)serbest sermaye
hareketliliği, sabit kur ve bağımsız para politikasının bir arada
uygulanmasının imkansız olduğu görüldü
.Bundan dolayı en azından yarı-sabit kur rejiminin uygulanabilmesi için, bağımsız para politikası sermayenin uluslar
arası dolaşımına tercih edildi. İstihdam sorunlarının çözümü için sabit fakat ayarlanabilir kur rejimi hükümetler
için temel tercih oldu. IMF ve Dünya Bankası bu politikaların sürdürülebilmesi
için iki savaş arası deneyimin ışığında oluşturuldu ve sistem 1960’ların sonuna
kadar başarılı bir şekilde işledi.
1973-74 Petrol Krizleri
sonucu gelişmiş ekonomilerde başlayan stagflasyon sonucu, gelişmekte olan ülkelerin
ithal ikameci sanayileşmeyi sürdürebilmeleri
zora girdi. Hem gelişmiş
ülkelerde ithalatın azalması sonucu döviz gelirlerinin azalması hemde borç
bulmanın zorlaşması ve borçlanma maliyetlerinin artması sonucu 1970-80 yıllarının istikrarsız uluslarası
finansal sistemi değerlendirildiğinde şu dersler çıkarılabilir:
·
Politika yapıcıların gelişmiş ülke
ekonomilerinde bağımsız bir ekonomi politikası takip etmeleri ve sabit fakat
ayarlanabilir kur sisteminde uzun süre sermaye hareketlerini kontrol etmeleri
mümkün değildir.
·
İletişim araçlarının gelişmesi ve bunun sonucu
ticaretin kolaylaşması dünyayı küçültmüştür. Bu ortamda sürdürülemez hükümet
politikalarına izin verilmediği sürece uluslararası sermaye hareketlerini
artması yara sağlar.
1980 sonrası yaşanan borç
krizleri ve 1990’larda yaşanan finansal krizlerden sonra geriye bakıldığında
ise çıkarılacak dersler şu şekilde özetlenebilir[9]:
·
Serbest sermaye hareketliliği yükselen piyasalar
(emerging-markets) için en iyisidir,
eğer bu piyasalar uygun şekilde regüle edilirse (düzenlenirse).
·
İster para kurulu (currency board), isterse
önceden ilan edilmiş kur rejimi (pegged Exchange rate) uygulansın hükümetler
sürdürülemez politikarı (kamu kesimi açığı) takip ettiği sürece kriz
kaçınılmazdır.
·
Avrupa, ABD ve Japonya arasında bir politika
koordinasyonunun yokluğu küçük zararlara
yol açsa bile, Dünya ticaretinin hızla büyüdüğü bir ortamda dalgalı kur rejimi (largely floating rate)
genellikle bir sorun kaynağı olmaz.
SONUÇ
Günümüzde yaygın olan görüş uluslararası finansal sistemi en iyi düzenleyecek olan
mekanizmanın piyasanın kendisi olduğudur. Pür teori alanında kalındığı sürece
piyasa güçlerinin kaynak tahsisini en iyi şekilde gerçekleştireceği ve böylece de
serbest sermaye hareketlerinin dünya ticareti ve refahını artıracağı
mantıklıdır. Fakat finansal
serbestleşmenin başladığı seksenli yıllardan bu yana bakıldığında gerek ülkeler
arası, gerekse iç kesimler arası gelir
uçurumu artmakta, talep yapıları sürdürülemez
bir gelişme göstermektedir.
Bütün dikkatler uluslararası parasal hareketlerin sorunsuz
işlemesine yönelirken, reel kesim sorunları ikinci planda kalmaktadır. Küresel
düzeyde üretim ,istihdam ve bölüşüm sorunları derinleşirken kamu açıkları
sorunlarını çözmekte iyice güçleşmektedir.
Güncel tartışmalar, uluslararası finansal mimariyi düzenleyecek kurumların son
borç verici ve finansal yapıyı denetleyici rolünü ön plana çıkarmakta,
uluslararası muhasebe ve denetim standartları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Oysa bunlar kadar önemli bir sorun olan
denkleştirme sorunu ortada durmaktadır.
IMF dış ticaret açığı verenlere yaptırımları ön plana çıkarırken dış ticaret
fazlası veren gelişmiş ülkeler IMF’nin -kuruluş felsefesine aykırı olarak-
gündeminin dışındadır.
Sonuç olarak uluslararası finansal mimarinin yeniden düzenlenmesi
(reformu) acil bir ihtiyaç olarak ortada dururken, yeni finansal mimarinin
nasıl olması gerektiği sorusunun henüz
bir yanıtı bulunmamaktadır.
________________________________________________________________________
KAYNAKÇA
·
BARRO, Robert J. “Economic Growth in East Asia
Before and After The Financial Crises”, NBER Working Paper Series, No. 8330,
June 2001.
·
______ and Jong-Wha Lee. “IMF Programs: Who is
Chosen and What are the Effects?”, NBER Working Paper Series, No. 8951,
May-2002.
·
DELONG, J. Bradford ‘’What Should We Think About When WE Thing
About Refounding the International Monetary System?’’, National
Bureau Of Economic Research, July 2004, www.nber.org (Erişim:19.12.2004).
·
EDWARDS, Sebastian. ‘’Exchange Rate Regimes, Capital Flows And Crisis
Prevention’’,National Bureau Of
Economic Research, Working Paper No: 8529,http//www.nber.org/papers/w8529.
·
LINDBAEK,Jannik ve RICHARD,J.F. “Agility in New
World Economy, Finance and Development,
Vol.31, No.3, 1994.
·
MASSON, Paul. “Contagion: Monsoonal Effects,
Spiovers, and Jumps between Multiple Equilibria”, IMF Working Papers, No.
98/142, September 1998.
·
PAYER, Cherl . The Debt Trap: IMF and The Third World, Middlesex: Penguin Books,
1974.
·
SEYİDOĞLU, Halil. “Uluslararası Mali Krizler,
IMF Politikaları, Az Gelişmiş Ülkeler, Türkiye ve Dönüşüm Ekonomileri”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, Cilt.2,
Sayı.4, 2003.
·
SAKAKIBARA,Eisuke “From the Washington Consensus to the New
International Financial Architecture”, Reserve Bank of Australia 1999 Conference Capital Flows and the
International Financial System, 9-10 August 1999.
[1] Bernard Rosier, İktisadi Kriz Kuramları, İletişim
Yayınları, 1991, s.58-62.
[2] Cherl Payer, The Debt Trap: IMF and The Third World,
Middlesex: Penguin Books, 1974, s.22.
[3] Payer, a.g.e, s.33.
[4] Jannik Lindbaek ve
J.F.Rischard, “Agility in New World Economy, Finance and Development, Vol.31, No.3, 1994, ss.34-35.
[5] Eisuke Sakakibara, “From
the Washington Consensus to the New International Financial Architecture”,
Reserve Bank of Australia 1999 Conference Capital Flows and the International
Financial System, 9-10 August 1999, ss. 183-184.
[6] Sebastian Edwards, ‘’Exchange
Rate Regimes, Capital Flows And Crisis Prevention’’,National
Bureau Of Economic Research Working Paper No:
8529,http//www.nber.org/papers/w8529
[7] J. Bradford DeLong, ‘’What
Should We Think About When WE Thing About Refounding the International Monetary
System?’’, Temmuz 2004, www.nber.org
(Erişim:19.12.2004), ss. 6-7.
[8] J. Bradford DeLong,
a.g.m., ss. 10-11.
[9] J. Bradford DeLong,
a.g.m., ss. 19-20.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder