8 Ağustos 2015 Cumartesi

KÜRESEL EKONOMİK İSTİKRARSIZLIĞIN NEDENLERİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME (2005)

GİRİŞ

Son otuz yılda, modern iktisatta ekonomik bunalımlar üzerine yapılan kuramsal açıklamalar, bütüncül kuramsal çalışmalar olmaktan çok bunalımların parasal kesimdeki değişkenler üzerinde meydana getirdiği etkileri betimleyen çalışmalardır. Kuşkusuz bunda 1970’lerin sonundan itibaren hakim olan Neoliberal iktisadi düşüncenin etkisi vardır.

Neoliberal yaklaşıma göre İktisat politikadan ve toplumsal hedeflerden arındırılmalıdır. İktisadın kendi kuralları vardır, müdahale edilmezse kriz çıkmaz. Parasal büyüklüklerle oynanılmamalı, sadece reel  GSMH
artışı oranında parasal kesim genişletilmelidir. Monetarizmin Klasik iktisattan tek farkı da budur.  Böylece ekonomik bunalımları açıklayan sistem içi diyebileceğimiz teoriler daha çok parasal kesimin analizine dayanmakta, reel ekonomi ikincil olarak kalmaktadır.

1980 sonrası  Neoliberal politikaların hegemonyası altında şekillenen  dünya ekonomisinde bir yandan  büyüme oranları düşerken, diğer yandan işsizlik ve yoksulluk küreselleşmektedir.

 

 

 

1.GLOBAL EKONOMİK İSTİKRARSIZLIĞIN REEL EKONOMİ POLİTİĞİ


1.1.İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAN SONRA DÜNYA İKTİSAT POLİTİKALARININ TEMEL KARAKTERİSTİKLERİ


İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya ekonomisi, ABD ekonomisi önderliğinde yaklaşık 20-25 yıl süren bir genişleme dönemine girmiştir. Bu genişlemenin kaynakları talep ve üretim artışına neden olan etkenlerdir. Kısaca özetlemek gerekirse üretim cephesinde, teknolojik gelişme ve işgücü verimliliğindeki artış, işgücü arzı fazlalığından kaynaklanan ücretlerin düşük olmasına yönelik baskılar  ve bunun yanı sıra ilksel ürün fiyatlarının düşük olması; talep cephesinde ise devlet harcamalarında (yatırım ve askeri harcamalar) meydana gelen artış bu uzun süreli büyümenin kaynaklarını oluşturmuştur.[1] Sanayileşmiş ülkeler İkinci Dünya Savaşı sona ermeden önce 1944 yılında dünya ticaretinin serbestleştirecek, ülkeler arasında çok yanlı denkleşmeyi sağlayacak, savaşta yıkılan ekonomilerin onarımını hızlandıracak bir süreç oluşturmak amacıyla New Hampshire eyaletinin Bretton-Woods kasabasında düzenlenen bir konferansta bir araya gelişmişlerdir. IMF ve onun ikiz kuruluşu niteliğinde olan Dünya Bankası bu konferansta tasarlanmıştır. ABD savaş sonrası döneminin en güçlü ve en zengin ülkesi olması nedeniyle, bu kuruluşların tasarımında etkin bir rol oynamıştır. Özellikle Fon’un kuruluş amacı Avrupa ülkelerinin kısa dönemli borç ihtiyaçlarını karşılamak ve dolayısıyla parasal istikrarı sağlamakla sınırlandırılmışken, Dünya Bankası’na, Batı Avrupa’nın imarına yönelik faaliyetlerde bulunma görevi verilmiştir. Bretton Woods konferansında üçüncü dünyanın iktisadi gelişme problemleriyle ilgilenilmemiştir. Bunda rol oynayan unsurlardan en önemlisi, kuruluş döneminde Latin Amerika ülkelerinin dışında, üçüncü dünya ülkelerinin çoğunun sömürge konumunda olmalarıdır[2].

1950’ler Fon’un temel amacı olan parasal istikrarı sağlamanın yanı sıra özellikle ekonomik liberalizm felsefesiyle uyumlu bir gelişme ideolojisinin de üretildiği  dönemlerdir. Bu dönemlerde, Fon’un en güçlü üyesi olan ABD’nin serbest ticaret ideolojisini yansıtan Laissez Faire anlayışı doğrultusunda, sermaye ve mal hareketi üzerine konan engellemelerin kaldırılmasıyla ülkelerin bundan yarar sağlayacağı görüşü egemen kılınmaya çalışılmıştır. Fon’un  gelişme konusundaki temel felsefesi, piyasa güçlerinin işlevini yerine getirebilmesi için mümkün olan en fazla serbestinin sağlanması ve bunu engellemeye yönelik fiyat teşvikleri, yurtiçi sanayinin korunması gibi fiyat sistemini ve serbest piyasa ilişkilerini çarpıtan devlet müdahalelerinin ortadan kaldırılmasını öngörmektedir. Bununla birlikte çarpıklık kavramının, kullanılmak için seçilen modelden ayrı olarak içinin doldurulamayacağı ve zengin ülkelerin uygulamalarından kaynaklanan ticaret korumacılığı gibi piyasa çarpıklıklarına Fon’un hiç bir tepkide bulunmamasının yarattığı eşitsiz güç ilişkilerinin bu kavram içinde nasıl değerlendirileceği önemli tartışma konularıdır.  Özellikle 1960’larda Fon’un Ortodoks iktisadi görüşleri  Latin Amerika Okulu[3] olarak bilinen yapısalcı iktisatçılar tarafından eleştiriye maruz kaldıktan sonra,  eğer iktisadi gelişmeye bir alternatif  olarak sunuluyorsa, parasal istikrarın bir politika olarak küçük bir çekiciliğe sahip olduğu kabul edilmek zorunda kalmıştır. Buna karşın yine de özellikle IMF Staff Papers dergisinin o dönem çıkan çeşitli sayılarında belirtildiği gibi, Fon’un fakir ülkelerin gelişmesinin gerçek şampiyonu olduğu ve yalnızca kaynak temin ettiği için değil, borçlanma koşullarını da belirlediği için bu ülkelerin Fon’a müteşekkir olmaları gerektiği ifade edilmektedir.[4][5] Bu cümleden, Fon’un 1960’larda, kendi ideolojik gelişme kavramı doğrultusunda, finansmanını sağlayıp geri ödeme koşullarını da belirleyerek üçüncü dünya ülkelerinin iktisadi gelişme süreçlerini biçimlendirmeye başladığı sonucunu çıkarmak yanlış olmayacaktır.

Diğer yandan başlangıçta savaşta yıkıma uğramış Batı Avrupa’nın imarına yönelik faaliyet göstermeyi amaçlayan Fon’un ikiz kuruluşu Dünya Bankası ise, Marshall Planı’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte, 1950’lerin sonunda faaliyetlerini Azgelişmiş ülkelere (AGÜ) kaydırmış ve özellikle verdiği kredilerle, bu ülkelerdeki özel sektörün geliştirilmesini ve dolaysız yabancı sermaye yatırımlarının kanalize edilmesini  hedeflemiştir. Bununla birlikte, Dünya Bankası’nın kredi açtığı projelerin[5], AGÜ’lerin gelişme çabalarına ne derece katkıda bulunduğu ile ilgili bazı şüpheler bulunmaktadır. Genellikle ülke ekonomisine uymayan öneriler getiren ve ülkeyi çok iyi tanımayan Dünya Bankası uzmanlarının yanlış yönlendirmelerinin neden olduğu olumsuz sonuç veren projelerin azımsayamayacak sayıda olduğu ileri sürülmektedir. Ayrıca Dünya Bankası’nın borçlu ülkeye kredi sağlamasından sonra, projenin tamamlanması için gerekli olan makine, donanım ve yardımcı hizmetlerin istenilen kaynaktan temini konusunda serbest bırakılması gerektiği ilkesine rağmen, uygulamada, proje hizmetleri de Dünya Bankası uzmanları tarafından veya onların önerdiği firmalarca verilmektedir. Tüm bunların ötesinde, 1970’li yıllardan sonra Dünya Bankası’nda görevli uzmanların AGÜ’lerin iktisadi gelişme süreçlerini biçimlendirmeye yönelik bazı reçeteler yazdıkları, genellikle neoliberal içerikli bu reçetelere uymayan ülkelere kredi verilmesinde olumsuz yaklaşımda bulundukları iddia edilmektedir[6].

Dünya Bankası’nın iktisadi gelişme anlayışında da zaman içinde bir evrim yaşanmıştır. 1950-60’lı yıllarda Banka kendi güdümünde hızlı sanayileşme ve alt yapı yatırımlarını teşvik edici projelere ağırlık verirken, 1970’lerde ilginin fakirliğin azaltılmasına doğru değiştiği görülmektedir.  Bu yıllarda özellikle AGÜ’lerin kentsel ve kırsal alanlarının entegre biçimde gelişimine yönelik projelere ağırlık verilmesiyle fakirliğin azaltılması hedeflenmiştir. 1980’lerin başında üçüncü dünyanın borç güçlükleri ve makroekonomik istikrarsızlıklarla çalkanmaya başlamasıyla Banka’nın politika çerçevesini büyümenin restore edilmesine yönlendirmesi söz konusudur. 1990’lara gelindiğinde ise yine fakirlikle savaş temelinde özellikle çevre sorunlarına eğilen ve kadının bu savaştaki rolünü vurgulayan çalışmalara ağırlık verildiği görülmektedir[7].

Sonuç olarak IMF ve Dünya Bankası’nın gelişmiş ülke merkezli iktisadi gelişme yaklaşımları, üçüncü dünya ülkelerine birer kurtuluş gibi sunulmakta, Dünya Bankası’nın önceleri sanayileşme daha sonraları fakirlikle mücadele bağlamında önerdiği program ve projelerini, IMF’in finansal güdülemeleriyle hayata geçirebilmek mümkün olabilmektedir. Bu aşamada her iki kuruluşun kapitalizmin çevrimleri doğrultusunda üçüncü dünyaya sundukları bu gelişme modelini nasıl biçimlendirdiklerini yani önerdikleri iktisat politikalarını gözden geçirmek gerekecektir.

 

1.2. BRETTON WOODS’TAN KÜRESELELŞMEYE: IMF VE DÜNYA BANKASI


IMF ve Dünya Bankası’nın temel amacı, Bretton Woods Sistemi ile oluşturulmaya çalışılan daha serbest, dış denkleşme sorunlarının olmadığı, dış ödeme güçlüklerinin yaşanmadığı ve istikrarlı bir uluslararası döviz kuru sisteminin olduğu uluslararası ortamın oluşmasını sağlamak olmuştur.

Bretton Woods Sisteminde ayarlanabilir sabit kur sistemi geçerliydi. Buna göre ülkeler paralarını anahtar para konumundaki ABD Dolarına bağlayacaklardı. IMF bu sistemin uygulanmasında ve çıkabilecek sorunların çözümlenmesinde kilit konumdaki bir kuruluştu. Buna göre eğer üye ülkelerden birinin ödemeler bilançosu açık verirse, bu ülke önce döviz rezervini kullanacak, daha sonra para ve maliye politikası ile yurtiçindeki toplam harcamalarını kısacak ve gerekirse IMF’den kısa süreli kredi kullanacaktır. Bütün bunlara rağmen dış denkleşme sorunu giderilemezse son çare olarak devalüasyona başvurulacaktır. Burada dikkat edilirse ödemeler bilançosu denkliğinin sağlanması temel hedeftir ve bunu sağlarken en önemli araç olarak ihracatın arttırılmasından ziyade ithalatın (toplam harcamaların kısılması kanalıyla) kısılmasına ağırlık verilmiştir. II. Dünya Savaşının sonundan 1970’lerin ortalarına kadar olan dönemde gelişmekte olan ülkelerin izledikleri politikalar bu doğrultuda olmuştur ve “ithal ikameci” büyüme stratejisi ön plana çıkmıştır.

1970’lerin başlarına gelindiğinde, dış denkleşme sorunlarının artması, dolar bolluğundan kaynaklanan likidite sorunu, ABD ekonomisinin gücünün azalması ile ortaya çıkan ABD dolarına olan güvenin sarsılması, ABD’nin senyoraj (emisyon) kazançları ve AGÜ’lerin kalkınma sorunlarının bu sistemde içinde çözülmesinde yaşanan sorunlar Bretton Woods sisteminin Mart 1973’de yıkılmasına neden olmuştur. Fakat, bu sistemin işletilmesini sağlayan IMF ve Dünya Bankası bundan sonraki yıllarda, dünya ekonomisindeki gücünü yitirmemiştir.

Sisteme gözcülük eden ve sorunların çözümüne ilişkin mekanizmalar üreten bu ikiz kuruluşların faaliyetlerini ve etkinliklerini arttırarak devam ettirebilmesinin nedenini, 1974 yılında dünya ekonomisinde yaşanan ekonomik krizin ardından ortaya çıkan gelişmelerde aramak gerekir. 1974 krizi gelişmiş ülkelerde iki önemli sorunu beraberinde getirmiştir: Dünya ekonomisinin genişleme süreci artık durmuş ve sonuçta işsizlik ve enflasyon bir arada görülmeye başlamıştır. AGÜ’ler de bu krizden fazlasıyla paylarını almışlardır. Gelişmiş ülkelerdeki toplam talep daralması, AGÜ’lerin hammaddelerine olan talebi azaltmış ve  buna ek olarak Batı ekonomilerinde yaşanan enflasyon, az gelişmiş ülkelerin ithalatını çok pahalı hale getirmiştir. Bu iki unsur bir araya gelince yani ihracat azalıp ithalat artınca, AGÜ’ler ödemeler bilançosu sorunları ile karşı karşıya gelmişler ve bu ülkelerin dünya finans piyasalarından olan fon talepleri artma eğilimine girmiştir.

Diğer yandan, 1974 yılında petrol ihracatçısı ülkeler birliği OPEC petrol fiyatlarını varil başına 3 kat arttırmış -bazı iktisatçılara göre 1974 yılı krizinin temel nedeni bu fiyat artışıdır ve bu kriz bir petrol krizidir- ve bu yüzden OPEC üyesi ülkelerin elinde oluşan petro-dolar olarak adlandırılan önemli fonlar değerlendirmek üzere başta Avrupa olmak üzere birçok gelişmiş finans piyasasına arz edilmiştir. Birçok uluslararası kuruluşun elinde biriken bu fonlara en önemli talep ise yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı AGÜ’lerden kaynaklanmıştır. Başlangıçta bu fon alış verişi sorun yaratmamış, ancak AGÜ’lerin içinde bulundukları ekonomik koşulların olumsuzluğu nedeniyle vade bitimlerinde bu fonlar geri dönmemeye başlamıştır. Bu durum dünya ekonomisinde ülkeler ve finans kurumları arasındaki borç alış verişlerinin düzenlenmesi ihtiyacının ortaya çıkmasına neden olmuştur. İşte burada IMF ve Dünya Bankası artık yeni görevlerine başlamaktadır. Bundan böyle uluslararası finans piyasalarından borçlanmak isteyen bir ülke IMF’nin denetiminden geçecek ve onun onayını alan ülkeye de uluslararası bankalar ve ülkeler  borç verecektir. Bu güveni sağlamak için IMF, denetimine aldığı ülkelerin ekonomilerini kontrol altında tutarak bu ülkelerin borçlarını zamanında ve eksiksiz ödemelerini sağlamaya yönelik politikalar üretmeye başlamıştır.

Bir ülkeye IMF tarafından “yeşil ışık” yakılabilmesi için, ilgili ülkenin IMF tarafından oluşturulan standart IMF paketini hazırlayacağı “niyet mektubu” kanalıyla Fon’a vermesi ve burada taahhüt ettiği politikaları IMF denetiminde uygulaması gerekmektedir. Standart bir IMF paketinde ise genel çizgileriyle şunlar yer almaktadır[8]:

·  Dış açık veren ülke devalüasyon yapmalıdır.
·  Anti enflasyonist politikalar bağlamında devlet harcamaları kısılmalı, yüksek faiz oranları uygulanmalı, reel ücretler düşürülmeli ve fiyat kontrolleri kaldırılmalıdır.
·  İhracata dayalı büyüme stratejisi izlenmeli ve yabancı sermaye teşvik edilmelidir.

Bu son madde bilindiği gibi 1980 sonrasında AGÜ’lerin izlediği önemli bir sanayileşme stratejisi olarak ortaya çıkmıştır. Bu yeni dönemle birlikte, 1980 öncesinin ithal ikameci politikalarının terk edilmesi gerekmiştir. Dışa açık sanayileşme politikasının ve beraberinde izlenecek diğer liberal ekonomi politikalarının dayanakları şu şekilde açıklanmaktadır: AGÜ’lerin dış denge sorunu ancak ihracat artışı ile mümkündür, ayrıca ihracat sayesinde ülkedeki işgücünün teknik düzeyi artar, istihdam artar, bu ülkelerin kendilerine olan güvenleri yükselir ve ekonomik bağımsızlık sağlanmış olur. Tüm bunların gerçekleşebilmesi için teknoloji, yatırım ve ticari akımlara ülkelerin açık kapı politikaları uygulaması, özel sektörün geliştirilmesi ve bu yapılırken de fiyat kontrollerinin, tarifelerin ve tarife dışı engellerin ortadan kaldırılması ve özellikle de elektrik gibi altyapı yatırımlarında monopollerin sınırlandırılması gerekmektedir. Tüm bu faaliyetler, devletin ekonomide rolünün özelleştirme uygulamalarıyla küçültüldüğü bir sistemde, etkin finansal kurumlarıyla bir bütün olarak” [9] AGÜ’lere sunulmaktadır.

IMF’nin izlemiş olduğu politikalar üyelerinin oluşturduğu politikalar olmasına karşın, kota sistemi bu kuruluşun tüm politikalarının gelişmiş ülkelerin kontrolünde olmasına neden olmaktadır.[10] Dolayısıyla IMF’nin izlediği politikaları gelişmiş ülkelerin dünya ekonomisi üzerinde uygulamak istedikleri senaryoların uzantısı olarak görmek ve yorumlamak yanlış olmayacaktır. Gelişmiş ülkelerin AGÜ’lere yukarıda sıralanan iktisat politikalarını uygulatmaya çalışmasındaki temel amacın, bu ülkelerin 1974’de başlayan ve salınımları giderek sıklaşan iktisadi krizlerin olumsuz etkilerini  AGÜ’lere yayarak azaltmaya çalışması olduğu söylenebilir.

 Dünya ekonomisinin yaşadığı krizlerin temel sebebini kar oranlarındaki düşüşe indirgemek mümkündür. Buna göre, eğer kapitalist sistemde kar oranları düşükse yatırımların artması, istikrarlı bir büyüme sağlamak, istihdamı arttırmak, fiyat istikrarını korumak çok zor hale gelmektedir. O halde kar oranını arttırmak en temel amaçtır. İşte burada IMF politikalarıyla gelişmiş ülkeler, AGÜ’leri uluslararası işbölümünün bir parçası haline getirerek azalan kar oranlarını arttırmayı amaçlamaktadırlar. Bu yapılırken de, AGÜ’lerin IMF politikalarını kabul etme karşılığında finansman problemleri halledilecektir. Eğer AGÜ’ler tekstil, giyim eşyası, elektrik ve elektronik malzeme, çelik, otomobil, petro kimya gibi teknolojisi standartlaşmış ürünlerde uzmanlaşırlarsa, ucuz hammadde ve işgücü maliyetleri dolayısıyla bu ürünleri çok ucuza üretebilirler. Gelişmiş ülkeler de bu ürünleri ithal ederek maliyetlerini düşürebilir ve kar oranlarını arttırabilirler[11].

1980’lerin sonlarına kadar devam eden bu süreç yaşanan teknolojik, siyasal ve ekonomik gelişmeler dolayısıyla 1990’lardan itibaren değişime uğramaya başlamıştır. Teknolojik gelişmeler (bioteknoloji, mikroelektronik,genetik ve enformatik alanındaki yenilikler)[12], gelişmiş ülkelerde daha liberal ekonomik politikaların izlenmesi, uluslararası şirketlerin faaliyetlerinin boyutundaki değişmeler, GATT anlaşmasındaki yenilikler, dünya finans sektörünün büyümesi gibi nedenlerle mal, sermaye ve para akımlarının önündeki engeller ortadan kalkmaya başlamış, dünya (emek hariç) daha küresel bir hal almıştır. Bu gelişmelere paralel olarak 1989 yılında SSCB’nin dağılmasıyla soğuk savaşın sona ererek dünyanın Doğu-Batı ekseninden Kuzey-Güney eksenine dönmesi IMF’nin izlediği politikaların da değişmesine neden olmuştur[13].

 Kapitalist küreselleşme süreciyle birlikte, yaşanan tüm bu gelişmeler, uluslararası ticaretin azalmasına, pazarın küçülmesine, satın alma gücünün düşmesi ve kapitalist birikimin görece daralmasına, kapitalist kar oranlarının görece düşüşüne, üretim kapasitelerinin daralmasına, resesyonlara, fakirliğin yaygınlaşmasına, dünya düzleminde kuzey-güney, toplumsal ölçekte emek-sermaye kamplaşmalarının derinleşmesine yol açmıştır. Dolayısıyla kar hadlerindeki düşüşler, kapitalistleri üretken yatırımlar yerine spekülatif alanlara veya finans oyunlarına yöneltmeye başlamıştır. Bu durumda finans sisteminin şişkinleşmesi, sistemin üretken olmayan özelliklerinin güçlenmesine yol açmıştır. Kapitalizmin finans sektörü de meta üreten firmalar gibi kar amacı gütmektedir. Bu kurumların gelişimi, fiziki sermaye birikimi ile paralel olduğunda, kapitalist sistemin işlerliği açısından bir problem yoktur. Finansal karlılık, üretken fiziki sermayenin karlılığının önüne geçtiğinde sistem için problemler başlayacaktır[14].

 Dolayısıyla finansal sistemde ortaya çıkan dengesizlikler IMF’i bu konuda önlemler almaya yönlendirmiştir. IMF artık dünyada uluslararası mal, sermaye ve para akımlarının önündeki engellerin kaldırılmasına ve daha küresel hale gelen dünyada yer alan ekonomilerin finans piyasalarında dengesizliğe neden olabilecek sorunlarını çözmeye yönelik politikalar izlemeye başlamıştır. Artık amaç, kapitalist ekonomiye entegre olmaya çalışan eski Doğu Bloğu ülkelerinin, dünya ekonomisine uyum sürecini hızlandırmak, global dünyanın bir bölgesinde yaşanan veya yaşanacak finansal çalkantıların önüne geçmek ve Kuzey’e sorun yaratabilecek, Güney ülkelerini hizaya getirmektir. Güney ülkelerinin ekonomileri artık eski önemlerini yitirmişlerdir. Çünkü artık teknolojik gelişmeler güneyin hammadde ve işgücü stoklarının gerekliliğini azaltmıştır. Ayrıca soğuk savaşın sona ermesi dolayısıyla da Güney’in dünyada nüfuz olanı olarak kullanılma gerekliliği de ortadan kalkmıştır.

Bu bağlamda kapitalizmin krizinin içinde bulunulan evresiyle, gelişme iktisadının çöküşü arasında da ilişki kurmak mümkündür. Kapitalizmin krizinin üçüncü dünyaya yansıtılmasının mekanizmaları önceden yatırım, birikim gibi sanayileşme ve iktisadi gelişme çabalarını gerektiriyorken, şimdi finansal problemleri aşmayı gerektirmektedir. Artık kapitalizmin krizleri yaygınlaştırması için Gelişme İktisadına değil Finans İktisadına ihtiyacı vardır. Dolayısıyla IMF ve Dünya Bankası’nın Yeni Dünya Düzeni içindeki rolü de bunu sağlamaya yönelik olacaktır.


         Yukarıda kar oranlarının düşüşü ile açıklanmaya çalışılan ekonomik krizler sadece ‘’kar oranlarının azalışı kuramı’’ ile açıklanmamaktadır. Literatürde, iktisadi bunalımları açıklamak için  talep açığı, kar oranlarının azalışı, kar sıkışması ve devletin mali bunalımı olmak üzere dört eleştirel yaklaşım  mevcuttur. Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren iktisadi bunalımın daha çok finansal krizler şeklinde cereyan etmesi ile bu kuramların yanında  finansal krizleri açıklamaya yönelik çeşitli kuramlarda ortaya atılmıştır. Fakat bu kuramlar daha çok krizlerin nasıl meydana geldiği üzerine görüşler ileri sürmekte, krizlerin nedenlerini açıklamaktan ise uzaktırlar. Aşağıdaki bölümde bu kuramlar  ele alınacaktır.



 

2.GLOBAL EKONOMİK İSTİKRARSIZLIĞI AÇIKLAMAYA YÖNELİK KURAMLAR


İktisadi bunalım kavramı ekonomi sözlülüklerinde ‘’ tüketilemeyen üretimin doğurduğu ekonomik çöküntü [15]‘’, yada ‘’genel olarak ekonomilerin mevcut şartlarda  kendini sürdürmekte zorluk çekmeleri[16]’’ olarak  tanımlanmaktadır.
         Bu çalışmada incelenmeye çalışılan ekonomik bunalım kuramları, günlük  iktisadi yaşama yön veren kapitalist ekonominin yaşadığı problemleri açıklamaya çalışan bilimsel yada öyle olma savında olan kuramlardır. Bunun için önce kapitalist sistemin ne olduğunun açıklanması yaralı olacaktır.
         Kapitalizm tarihsel bir sistemdir. Bu tarihsel sistemin doğuşunun onbeşinci yüzyıl sonrası Avrupası’nda yer aldığı; sistemin zaman içinde, ondokuzuncu yüzyıl sonlarına gelindiğinde  tüm yerküresini  kaplayacak biçimde  mekan içinde de genişlediğini; bugün hala tüm yerküresini kaplamakta olduğu düşüncesinden hareketle kapitalizm şu şekilde tanımlanabilir:  Tarihsel kapitalizm,temel iktisadi etkinlik içinde  geçerli olan  yada ağır basan iktisadi amacın yada yasanın  sınırsız sermaye birikimi olduğu o somut, zamanla sınırlı, mekanla sınırlı, tümleşik üretim etkinlikleri yeridir[17].
         Sermaye birikimi bir toplumsal ilişkiler hem de içinde uzlaşmaz çelişkiler barındıran bir toplumsal ilişkiler biçimidir. Sermayeye sahibinin tek amacı karını sürekli artırarak sermaye birikimini büyütmektir. Fakat sermayenin doğasındaki çelişkiler bu süreci sık sık kesintiye uğratır. Kapitalizm çeşitli zaman sınırları içerisinde süren büyüme, refah,  durgunluk ve kriz çevrimleriyle ilerlemesini sürdürür.

Bu çalışmada ekonomik istikrarsızlığın kaynağı olarak görülen olgular, kapitalist yeniden üretimin kendi işleme ilkeleriyle sürüklendiği, yeniden üretimin  iktisadi ve siyasal ilişkilerinde genelleşen bir dizi başarısızlıktır. Aşağıda işsizlik, enflasyon, durgunluk, talep yetersizliği ve daha bir çok kavram ile ifade edilen sistemin kendi ilkeleriyle işlemesindeki başarısızlıkların kökenindeki temel çelişkileri açıklayan kuramlar ele alınıp değerlendirilmeye çalışılacaktır.

Konuya tarihsel boyutta bakıldığında  iki temel ayrım noktası görülmektedir. Birincisi,  krizleri  iktisadi sistemin yapısına içsel  olarak kabul eden ,yeniden üretim ile bunalımların çözümlemesini birbirinden ayırmayan yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre kriz kapitalist üretimin doğasında vardır. Bu görüşteki teorilere göre sistem kendi içsel kurallarıyla işlerken, aynı zamanda kendi bunalımını da üretir. Çünkü çelişik bir doğası vardır. Sistem bir çok iktisadi krizi kendi dinamikleriyle çözerken belirli zamanlarda  bu krizler genel bunalımlara dönüşür. Bu genel bunalımlar kaçınılmazdır.  Bu grupta  kapitalizme tarihsel bir sistem olarak bakan eleştirel teoriler yer alır. İkincisi ise, krizleri ekonomik sisteme dışsal olarak açıklayan teorilerdir. Bu teorilere göre sorun sistemin kendini yeniden üretmesinde değil,  toplumların iktisadın kuralarını ihlal etmesindedir. Bu teoriler ekonomik bunalımları bir sapma yada geçici arızalar olarak almaktadır ve çözümünü de kapitalist iktisadın kurallarına uygun ekonomi politikaları uygulanmasında görmektedirler. Bu gruptaki teoriler kapitalizmin tarihsel varlığına zorunlu hiçbir sınır olmadığını savunan, tarihsel sistem olduğunu kabul etmeyen teorilerdir. Bu yaklaşıma dahil teorileri modern iktisadın (Keynesyen ve Neoklasik) yaklaşımı olarak ele alınabilir.

Bu temel ayrım ile ilişkili olarak iktisat tarihinde, kapitalist yeniden üretimin çözümlenmesinde üç ana çizgi ayırt edebiliriz:

1.     Kapitalizm kendi yeniden üretimini otomatik olarak sağlayabilir.Bu yeniden üretim etkin ve pürüzsüz olabilir (Neoklasik yaklaşım), yada düzensiz ve savurgan olabilir (Keynesyen yaklaşım). Bu iki yaklaşımda da ekonomi kendini dengeye getirir. Sistem eğer kendi haline bırakılırsa (Neoklasik Kuram) yada uygun biçimde yönetilirse (Keynesyen Kuram), sonsuza dek sürebilir. Doğal olarak bu teoriler, kapitalizmi savunan hakim anlayışlardır. Bu grup, Keynes’in farklı yorumları olsa da, genel olarak Laissez-Faire  geleneği olarak adlandırılabilir.
2.     İkinci ana çizgi farklı bir yol tutar. Bu görüşe göre, kapitalist sistem genişlemesini kendiliğinden sağlayamaz. Sistem varlığını sürdürmek için büyümelidir, fakat büyümek için bazı dışsal talep kaynaklarına (devlet gibi) gerek duyar. Bu demektir ki, kapitalist sistemin yeniden üretimi esas olarak sistemin dışındaki faktörler tarafından düzenlenir; yani sistemin sınırları sisteme dışsaldır. Eksik tüketim kuramının, Marksist olanları da dahil, değişik okulları temellerini bu düşünce çizgisinden alırlar.
3.     Üçüncü ana çizgi, kapitalizmin kendi gelişmesini sağlayabilse de, sermaye birikiminin, üzerinde temellendiği içsel çelişkileri, sonunda bir bunalım patlak verecek şekilde derinleştirdiği görüşü vardır. Bu görüşe göre, kapitalizmin sınırları sisteme içseldir. Bu çizgi, bunalım  teorilerinin hem ‘’kar oranlarının azalması’’ hem de ‘’kar sıkışması’’ açıklamalarını içerir.



2.1.EKSİK TÜKETİM KURAMI


Ortodoks iktisat kuramı  her zaman, tüm üretimin temel hedefinin tüketimi sağlamak olduğu savındadır.Bu kurama göre şimdi tüketilemeyen, gelecekteki tüketimi sağlamak üzere üretime yeniden  yatırılır. Her iki halde de hakim olan tüketimdir.
         Bu mantık yürütme biçimi eksik tüketim kuramının kapitalizmi eleştirmesinde bir araç haline gelir.
         Bunalım kuramının bu dalının  uzun ve karmaşık tarihi boyunca aşağıdaki tartışma tekrar tekrar ortaya çıkar: evet tüm üretimin nihai düzenleyicisi, güncel yada gelecekteki tüketimdir, ama kapitalist üretim gereksinime değil, satın alma gücüne, talebe değil efektif talebe ( yani para ile desteklenen satın alma gücüne ) karşılık verir. Ancak doğası öylesine çelişkilidir ki, eğer kendi haline bırakılırsa birikimi destekleyecek yeterli talebi ortaya çıkarmak yeteneğinden yoksundur. Bir başka deyişle, sistemin esas mekanizmaları sistemi durağan bir duruma sevk etmeye meyillidirler. Büyümesine devem edebilmek için sistem, temel mekanizmalarının dışında bazı efektif talep kaynaklarına gerek duyar[18].

Eksik tüketim kuramı  toplumsal üretimi iki temel kısma ayırır :
1-     Üretim malları üretimi,
2-     Tüketim malları ve hizmet üretimi, 
Kuramın  temel ilkesi  şöyle  özetlenebilir: üretim malları üreten kesimin çıktıları, tüketim malları üreten kesimin girdileri olarak kullanılır. Tüketim malları ve hizmetler üreten kesimin çıktıları da toplumsal ihtiyaçları karşılar. Böylece tüketim malları talebi her iki kesiminde  üretim düzeyini belirler. Dolayısıyla üretim malları (fabrika, hammadde, araç,makine vb.) için talep, tüketim malları ( yiyecek,giyecek, barınak, eğlence,konfor vb.) için olan talepten türetilir. Burada bir sebep-sonuç ilişkisi kurulmaktadır ve bu ilişki tek yönlüdür, üretim malları üreten birinci kesim, tüketim malları ve hizmetler üreten ikinci kesimi takip eder.
Böylece bir üretim faaliyetinin sonucunda elde edilen toplam toplumsal ürünün bir bölümü, bu ürünlerin üretilmesinde kullanılan girdilerin yerine konmasında kullanılır, geri kalan net ürün ise bu ürünlerin üretilmesinde emeği olanlar ile sermaye sahipleri arasında dağılır. Burada net üründen kasıt ‘’net ulusal gelirdir’’. Kısaca ‘’net ürün’’ üretken sistemi aynı düzeyde sürdürebilmek için gerekli olanın dışındaki ve üzerindeki toplam üründür. Bu üretim değil de gelir açısından ifade edilirse, tüm firmaların satışları içinden, bir miktar para üretim sırasında kullanılan üretim mallarını (girdileri ) yerine koymak için ayrılır ve geri kalan miktar ücretler ve karlar (kar,faiz, rant gibi adlar altında) arasında bölüşülür. İşte bu bölüşümün konusu olan net ulusal gelirdir ve efektif talebin kaynağı da bu gelirdir.
Böylece net üretimin iki yönü vardır. Bir yanda mallar ve hizmetler, diğer yanda ücretler ve karlar. Yani bir yanda arz, karşısında efektif talep.

2.1.1.Eksik Tüketimin Mekanizması : Talep Açığı

 

İlk eksik tüketim kuramcılarına göre (Malthus, Simon de Sismondi ) temel sorun şöyle ifade edilebilir:  net ulusal hasıladan payını ücret olarak alanlar gelirlerinin tamamını harcarlar. Böylece net ulusal ürünün bir kısmı piyasada satın alınmış olur. Geri kalan net ürün ise sermaye gelirlerine karşılık gelmektedir. Sermaye sahipleri karların tamamını tüketime ayırırsa bir talep açığı kalmaz. Fakat bu durumda da yatırım, büyüme ve birikim olamaz. O yüzden sermaye sahipleri gelirlerinin tamamını harcamayıp bir kısmını tasarruf ederler ve tasarruf edilen gelire karşılık  tüketim mallarının bir kısmı satılmamış, böylece bir talep açığı oluşmuş olur. Ayrıca ücretlerin payı  ne kadar düşük olursa talep açığı o kadar büyük olur. Çünkü ‘’emek-değer kuramına göre üretilen net ürünün kaynağı emektir ve bunun ne kadarı sermaye sahipleri tarafından artık-değer olarak  alıkonursa tasarruf (yatırım) ve birikim de o oranda artacak ve tüketim mallarına olan fiili talepte o oranda azalacaktır.

         Örneğin, bir başlangıç olarak alınan bir dönemde net ulusal üretimin  karşılığı olan net ulusal gelirin tamamının net ürünün (ikinci kesimin tüketim mallarının ) tamamını satın aldığı kabul edilsin; Daha sonraki aşamada ise sermaye sahiplerinin karlarının yalnızca bir kısmını tüketim mallarına  harcadıklarını, gerisini üretim malları  satın alarak, işçiler kiralayarak ve birinci ve/veya ikinci kesimde firmalar kurarak yatırım yapsınlar.         Bu noktada garip bir şey olur. İlk başta sermaye sahiplerinin tamamen kişisel tüketime harcadıkları toplam karların miktarının 200.000 dolar ve Şimdi de tüketimlerini 150.000 dolara  düşürdükleri  ve geri kalan 50.000 doları, 30.000 doları ile üretim malları (birinci kesimin stoklarından) satın alarak ve  20.000 doları ile (yedek işsiz ordusundan ) işçi kiralayarak  yatırmış olsunlar. Tüketim talebindeki düşüşün bir kısmı yeni işe alınan işçilerin talebiyle karşılandığına göre, tüketim talebindeki net azalış, yalnızca 30.000 dolardır. Her şeye karşın tüketim malları talebi azalır. Böylece ikinci kesimin satışları düşer. Bu da üretim malları talebinin azalacağı ve böylece birinci  kesimin satışlarının düşeceği anlamına gelir. Yine de tüm bunlara yol açan şey, genel olarak üretken kapasiteyi  eşanlı olarak genişletmiştir. Bu yüzden kapitalistlerin üretken kapasiteyi artırmak yolundaki çabaları yalnızca ekledikleri fazla kapasiteyi değil, fakat daha önce varolan kapasitenin bir bölümünü de  aşırı kılmıştır. Bu da kaçınılmaz olarak geri adım atmalarına neden olacaktır. Böylece içsel olarak oluşmuş birikim kendini olumsuzlar[19].
Böylece eksik tüketim kuramının mantığına göre ekonomi birikimler ve iflasların birbirini takip ettiği bir çevrim şeklinde devam edecektir. Diğer bir çıkarım ise bu çevrimler sonucu birikimin sıfır olacağıdır. Bu açıklamalardan eksik tüketim kuramının kapitalizmi durağan kabul ettiği sonucunu çıkarabiliriz. Fakat kuram tarihi gerçeklerle örtüşmemektedir. İktisat  tarihinde gelişmiş ekonomilerde  bu çevrimlerin çok uzun süreler aldığı ve birikimlerin büyük boyutlarda olduğu görülür. Bunun için kuram bu karşıtlığı açıklamak için dışsal faktörlere baş vurur.
         Malthus ve Sismondi,  dış pazarlardan tüketim talebi kaynağı olarak söz ederler. Dış pazarlar ülke içindeki aşırı üretim için önemli bir çıkış yoludur. Sismondi artan uluslar arası rekabetin, giderek kötüleşen eksik tüketim sorunundan dolayı ortaya çıktığını düşünür. 1870 ile 1914 yılları arasında, örneğin Avrupa’nın dış yatırımları, çoğu ‘’Üçüncü Dünya’’ya gietmek üzere, % 700’ün üzerinde bir artış gösterdi. Bu yüzden, 1900’ler  ile birlikte emperyalizm aracılığıyla dış ticaretin  eksik tüketim sorununa bir çözüm olacak gibi görünmeye başlaması şaşırtıcı değildir[20].

2.1.2.Eksik Tüketim Kuramına Marksist Yaklaşım


İlk eksik tüketim kuramlarında sorun çok büyük bir birikim oranı biçiminde ortaya konmuştur. Bunlara göre her birikim kendi kendisini olumsuzlamaya, yanı sıfır birikime yönelir. Böylece durgunluk kaçınılmazdır ve kendi kendini büyüten bir kapitalizm olanaksızdır. Fakat Marx’ın kapitalist üretim süreci çözümlemesi eksik tüketim kuramcılarına da yeni açılımlar sağladı ve eski varsayımların bir çoğunu geçersiz kıldı.
Marx’ta üretimi, üretim ve tüketim malları olarak iki kesime ayırmaktadır. Herhangi bir dönem boyunca üretim bu iki tip maldan oluşmaktadır.
         Marx, efektif talebi üretimde harcananların yerine konduğu yenileme talebi, işçilerin üründen aldığı kısım olarak işçilerin tüketim talebi ve net çıktıdaki talep açığını doldurması gereken kapitalistlerin tüketimi ve net yatırım olarak ayırmaktadır.
         Bu açıklamalardan sonra Marx’ın önemli katkıları gelmektedir. Marx  çözümlemeye zaman boyutunu ekledi.  Bir üretim döneminde (bir ay,yıl veya başka bir zaman aralığı baz alındığında )  kullanılan  üretim malları  bu dönemin değil bir önceki dönemin ürünleridirler. Aynı şekilde işçiler halihazırda ürettiklerini değil geçmiş dönemde üretilen tüketim mallarını kullanırlar. Bu dönemde üretilenler ise gelecek dönemin talebine karşılık geleceklerdir.
         Şimdi baz alınan zamanın bir yıl olduğu basit bir model oluşturulduğunda;  yıl boyunca kullanılan tüm malların yılın başına satın alındığını düşünülürse, sermayedarlar söz konusu yıl için üretim düzeyine istedikleri gibi karar verebilirler. Dolayısıyla belirli bir miktar üretim malı satın alırlar ve belirli bir sayıda işçi kiralarlar. İşçiler de ücretlerini tüketim malları satın almakta kullanırlar. Sermaye sahipleri aynı zamanda yıl boyunca yapacakları kendi tüketimleri içinde belirli bir miktar tüketim malı satın almak zorundadırlar. Efektif talebin tamamen kapitalist sınıftan kaynaklandığına dikkat edilmelidir: işçilerin ücretleri kapitalistler tarafından yapılan yıllık toplam yatırım harcamalarının bir kısmıdır. Tüketimin çoğu yatırım harcamalarının gerekli bir yönü olan ücretlerden geldiğine göre, tüketim ve yatırımı fonksiyonel olarak bağımsız  gibi ele almak yanlıştır.
         Dolayısıyla, yılın başında efektif talebi belirleyen,  tüketim ve yatırım harcamaları aracılığıyla kapitalist sınıftır. Peki malları kim satar? Kuşkusuz yine kapitalist sınıf. Bu yılın başlangıcı aynı zamanda geçen yılın sonudur. Dolayısıyla bu aynı zamanda geçen yılın üretiminin piyasada bulunabilir olduğu zamandır. Geçen yılın üretimi bu yıl boyunca satışa sunulabilir meta arzını sağlar. Kapitalist sınıfın bu yılki gayrisafi yatırım ve kişisel tüketim harcamaları bu meta arzına karşılık efektif talebi belirler.
         Buradan hareketle her bir yılın arzını normal fiyatlarda satın almaya tamı tamına yetecek efektif taleple, düzenli büyümenin kolayca mümkün olduğunu açıklamak zor değildir. Eğer yatırım % 10 artarsa, çıktı da % 10 artar. Dolayısıyla eğer kapitalist tüketim % 10 artarsa, her yılın çıktısı bu çıktıyı satın almak üzere bekleyen efektif talebi bulacaktır. Marx’tan sonra  dengeli büyümenin olanaklılığı fikri olağan hale gelmiştir.
         Dengeli büyüme, üretken kapasite ve  efektif talebin kabaca aynı oranda büyüyebileceğini ifade eder[21].
         Karl Marx’ın Kapial (Sermaye) isimli eserinin ikinci cildinde kapitalist üretim sürecini çözümlemesi, eksik tüketim teorisinde temel hatanın kapitalizmde üretimin  hedefinin tüketim olduğunu göstermiştir: kapitalizm tüketim için değil kar için üretim yapar. Marx’ın deyişiyle genişleyen yeniden üretim kendi iç pazarlarını oluşturabilir ve kredi ile vadeli işleyen piyasalar üretim genişlemesini sürdürebilir. Yani eksik tüketim asli bir sorun değildir. Tam da bu noktada şu sorular akla gelmektedir: eğer kapitalizm gerçekten kendini sürdürecek düzeyde genişlemesini sağlayabiliyorsa, kapitalizmi sonsuza kadar büyümekten alıkoyan nedir? Bir başka deyişle dönemsel olarak  karşı karşıya kaldığı yıkıcı bunalımlar nasıl anlamlandırılabilir.
 Bu konu 1890’lı yılarda  Tugan-Baranovski, Bulgakov, Struve, Lenin, Roza Luxemburg (Sermaye Birikimi)  ve Rudolf Hilferding (Finans Kapital)  tarafından  tartışılmıştır. Tugan-Baranovski ,orantısızlık kuramı adında tüketimden bağımsız bir analiz geliştirerek, üretimin birinci ve ikinci kesimlerinin birbirleriyle doğru orantılı büyümesi durumunda genişlemesini sürdürebileceğini, fakat kapitalist üretimin anarşik yapısından dolayı bunun mümkün olmadığını savunmuştur. Kapitalist üretim deneme-yanılma ile işleyen doğasından dolayı dönemsel büyük dengesizlikler (orantısızlıklar) doğurmakta ve kaçınılmaz olarak üretim süreci ; daha doğrusu yeniden üretimin genişleme süreci kesintiye uğramakta ve  zorunlu olarak bunalımlar patlak vermektedir. Daha sonra hem Tugan-Baranovski hemde Rudolf Hilferding, bunalımlara yol açan kapitalizmin anarşik üretimi olduğuna göre, planlamanın bunalımları  bertaraf edeceğini ileri sürmüşlerdir. Hilferding’in deyimiyle, çözüm ‘’örgütlenmiş kapitalizm’’di. Yani devlet denetiminin olduğu Keynesyen sistem.
Roza Luxemburg’a göre ise genişleyen yeniden üretim soyut olarak doğru, pratikte ise olanaksızdı. Sürekli genişleyen üretime sürekli genişleyen bir talep nereden bulunacaktı. Böylece kapitalist olanlar ile olmayanlar (ülkeler anlamında) arasındaki ticaret kapitalist üretimin sürdürülmesi için bir gerekliliktir. Ve emperyalizm de bu yaşamsal önemdeki efektif talep kaynakları  üzerinde denetim için kapitalist ulusların mücadele etmesiyle ortay çıkar[22].
Daha sonra Paul Sweezy ve Paul Baran üretimde makinalaşmanın artmasıyla üretken kapasitenin talepten daha hızlı arttığını ve bunun talep açığını daha fazla artırdığını savunan görüşler ileri sürmüşlerdir: tüketimin büyümesinin tüketim malları çıktısının büyümesinin gerisinde kalması yolunda  yapısal bir eğilim olduğu sonucu çıkar. Bu eğilim kendisini ya bunalımda ya durgunlukta, ya da  her ikisinde birden açığa vurur[23].
Baran ve Sweezy’nin özgül katkısı bu olgunun tekelci kapitalizmin üretken kapasiteyi aşırı genişletme yolundaki ısrarlı eğiliminden kaynaklandığı ve böylece kendisini bunalımlara ve/veya durgunluğa sürüklediği yolundaki görüşleridir. Fakat bunalımların sorumluluğunu tekellere yüklemelerine karşın, yetersiz talebin karşısında tekelcilerin neden üretken kapasiteyi aşırı artırmakta ısrar ettiklerini tartışmazlar. Bu yüzden tezlerinin can alıcı unsuru açıklanmamış olarak kalır[24].
Sadece yukarıdaki yazarların değil bu eksik tüketim ile ilgilenen birçok yazarın sorunu doyurucu bir birikim ve yatırım kuramı geliştirememiş olmalarıdır. Uzun dönem yatırımları neyin belirlediği ve genişlemeyi özendirdiği hakkında halen esaslı bir eksik tüketim kuramı açıklamasından geliştirilememiştir.


2.2.SINIF MÜCADELESİ VE KAR SIKIŞMASI KURAMI



         Her bunalım, karın kapitalist üretim için önemini ve karlılığı neyin düzenlediği sorusunu ortaya çıkartır. Öte yandan karlılıkta her düşüşün kaynağı er yada geç yüksek ücretlerde aranmaya başlanır. Kuşkusuz diğer etkenler aynı kalmak  koşuluyla, ücretlerde bir indirim karları yükseltir. Fakat bu karlarda her somut düşüşün aşırı ücretlere bağlı olduğu anlamına gelmez. Sorun neyin, neden, neye etki ettiğinin nasıl kavrandığıdır.
         Marx’ın çözümlemesinde, yükselen bir gerçek ücretin, yükselen bir sömürü haddi ile el ele gitmesi beklenir, öyle ki ücret artışı karlılıkta azalmaya kendi başına bir katkı yapamayacaktır. Kar sıkışmasının öznel savı çok basittir. Ulusal gelirin işçilere ve sermayecilere giden göreli payları, hemen tamamen, bunların sınıf mücadelesindeki göreli güçlerinin bir sonucudur. İşçi sınıfı, üretkenlik artışlarını aşan ücret artışları  elde etmeye gücü yeten bir işçi hareketi geliştirdiği ölçüde, sömürü haddi (artı-değer oranı) azalmaya, dolayısıyla kar haddi düşmeye (yükselen ücret ödemelerince ‘’sıkıştırılmaya’’) başlayacaktır. Karlarda böyle bir azalış, yatırımlarda buna uygun bir azalışla, dolayısıyla üretkenlik artışlarının daha da yavaşlamasıyla sonuçlanır. Nihai sonuç iktisadi bunalımdır. İktisadi bunalımın bir sonucu olarak yedek işsizler ordusunun artışı işçi sınıfının pazarlık gücünü zayıflatacak bir noktaya ulaştığı zaman  karlı birikim koşulları onarılmış olur. Bu kapitalist sınıfın ulusal gelirdeki payını artırmasını, böylelikle de, hiç değilse geçici olarak, kar sıkışmasından kaçmasını mümkün kılar[25].    


2.3. DEVLETİN MALİ BUNALIMI KURAMI


 Bu kuram, özellikle  James O’Connor’ın  ‘’Devletin Mali Bunalımı (The Fiscal Crisis Of The State)[26]’’ isimli eserini yayınlamasından sonra (1973) Keynesyen devlet politikalarının da bir bunalım kaynağı olduğu yönünde yapılan kuramsal çalışmalardan oluşmaktadır.
1973 Petrol krizi ile birlikte gelişmiş ekonomilerde işsizlik ile enflasyonun bir arada süregitmesi ( stagflasyon olgusu) Keynesyen politikaların sorgulanmasına neden olmuştur. Keynesyen iktisadın temel varsayımlarından biri olan, Phillip eğrisi ila ifade edilen  işsizlik ile enflasyon arasındaki zıt yönlü ilişkinin (trade-off: geçişlilik) artık geçersizleşmesi, her geçen gün artan ve sürekli hal alan devlet harcamaları bir bunalım kaynağı olarak görülmeye başlanmıştır.

2.3.1. O’CONNAR YAKLAŞIMI

         Bu kuramda ekonomi iki kesime ayrılmıştır: devlet sektörü  ve  özel sektör ve devletin mali kaynakları yalnızca vergilendirme ve (para yaratmasını da içeren)  borçlanmadır[27]. Böylece devlet gelirlerinin var olan artı-değer havuzundan çıktığı kabul edilir; dolayısıyla devlet harcamalarındaki artışlar ister istemez birikime ayrılabilecek artı-değerin azalmasını içerir[28].
         Fakat vergilemenin varolan artık-değerle ilişkisi sorunundan epey farklı bir sorun, vergilemenin daha sonra gelen artık-değer üretimi üzerindeki etkisi sorunudur. Devlet üretiminin kendisinin, çok az sayıda istisna dışında, piyasa için üretim olmadığı devletin kendi yaptığı üretim sonunda gerçekleşmiş karlardan sermaye biriktirmediği kuşkusuz doğrudur. Bu nedenle çoğu devlet harcamaları doğrudan doğruya artık-değer üretmez. Ama bu, O’Connor’un (1973) etraflıca ileri sürdüğü gibi, devleti  artık-değeri dolaylı olarak genişletmekten ve birikimde önemli bir rol oynamaktan  alıkoymaz. Birçok devlet harcaması, bunların yapılmaması durumunda bireysel kapitalistlerce ödenmesi gerekecek bir çok gideri (tıbbi bakım, yetiştirim ve eğitim, sosyal güvenlik ve bunun gibi) toplumsallaştırarak emek gücünü yeniden üretim maliyetlerinin azaltılması gibi bir etki yapar. Dahası, araştırma ve geliştirmeye, ulaştırma altyapılarına, haberleşme ve benzerlerine ayrılan çoğu devlet harcamasının bir bütün olarak sermayenin üretkenlik düzeyini artırmak, böylelikle de birikime katkıda bulunmak gibi bir etkisi vardır[29].
         Eksik tüketimci eğilimler tekelci sermayenin bir parçası olduğuna göre üretici olmayan harcamaların üretici harcamalardan daha hızlı artmasının zorunlu olduğu apaçıktır. Keynesyen gereksiz işler ve israf programlarının,özellikle askeri harcamalar alanında artışı, bu gerekliği yansıtır. Ne var ki, devletin oynadığı bu rol, üretici olmayan devlet harcamalarının tekelci sermayenin gereksinimlerine yumuşak  bir biçimde uyması sürecini kesintiye uğratan bir dizi kritik çelişkiyi barındırır. Devletin yerine getirdiği işlev, talep düzeyinin korunması yoluyla birikimin kolaylaştırılmasından ibaret değildir; kapitalist toplumda devlet, sınıfsal yapının bir bütün olarak dengelenip yeniden üretilmesine yardımcı olan hayati bir meşrulaştırma işlevini de yerine getirir.  Keynesyen talep düzeyini koruma programları devletin meşrulaştırma işlevleriyle bir kez içiçe geçince, üretici olmayan harcamalar, artık-değerin gerçekleşmesiyle ilgili dizgesel gereklerin dayatabileceğinden daha büyük bir hızla artma eğilimine girer[30].
         Bilindiği gibi Keynes’in çözümleri kısa vadelidir. Keynes ekonomideki talep açığını gidermek için devletin mali politikalara öncelik vererek efektif talebi artırmasını ve böylece ekonomideki durgunluk sorununu çözmesini önerir. Bu devletin ekonomiye bunalım dönemlerinde müdahalesi anlamında bir politikaydı. Fakat Keynesyen politikaların uygulaması bu şekilde olmamıştır. Devlet ekonomi içerisinde sürekli bir rol alarak, ekonomi içerisindeki ağırlığı giderek artmıştır. Devletin mali bunalımı kuramı, devletin artık-değer havuzundan çektiği değerlerle sermayenin bir çok üretim maliyetini üstlenerek birikime katkıda bulunması fonksiyonunun bir süre sonra  sermayenin ihtiyaçlarını aşan harcamaları üstlendiği  ve giderek bu harcamaların genişlemesiyle bir birikim bunalımına yol açtığını savunmaktadır.
        

2.3.2. DEVLETİN MALİ BUNALIMININ KAR ORANLARININ AZALIŞI  İLE AÇIKLANMASI


Konuyu birde kar oranlarının azalışı açısından ele alan yaklaşımlar vardır[31]. Bu yaklaşıma göre, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, emek üretkenliğinin de artması üzerine, birikim ilerledikçe işsizlik  artmaya yüz tutar. Yedek işçi ordusunun safları sıklaşır. O zaman devlet, istihdamı makul düzeylerde tutmak için müdahale eder. bu yoldan devletin eylemleri, işsizler yedek ordusunun baskısından ötürü ücretlerin, emek gücü değerinin altına düşürülmesini önler. Karlar sırf ücretleri indirmekle artırılamaz olur. Bu özel sermaye açısından, karları artırmak için emek üretkenliğinin artırılmasını, göreli artık-değerin artırılmasını  büsbütün zorunlu kılar. Oysa bu süreç devletin müdahalesini zorunlu kılan sürecin ta kendisidir. Sermayenin organik bileşimi yükselirken  birikim sürecini ilerletilmesi, yalnızca daha çok devlet müdahalesi ihtiyacını ağırlaştırır. Dolaysız yada dolaylı olarak  devletçe istihdam edilen işçi sayısında hem göreli hem de mutlak bir artış olur.
         Böylece devlet harcamaları, kar kütlesiyle birlikte büyüyor olsa da, üretici olmayan harcama ve tüketimden oluşması nedeniyle -yani vergileme yada borçlanma denen, gelecekteki vergileme, özel kesimin elindeki artık-değerden yapılmış bir kesinti olduğu için- özel sermayenin kar haddini daha da  düşürür. Bunun anlamı ise, özel sermayenin, üretkenliği gittikçe büyüyen ölçüde artırarak kar haddini artırmaya çabalamasıdır; bu ise azalan kar haddi eğilimini güçlendirir[32].
         Böylece kapitalistler kar hadlerini korumak için fiyatları artırır. Devlette özel sermayenin kar haddindeki kesintiyi (emek maliyeti, vergi yükünü )  işçi sınıfı aleyhine sınırlamaya çalışır. Bu süreçte kredi genişlemesi ve kamu açıkları, artan fiyatların gerçekleşmesinin güvencesidir. Bu yoldan sermayenin değer yitirmesi ve yığınsal işsizlik ertelenmiş olur. Bu süreç ifadesini gitgide artan fiyatlarda bulur. Kısılmadan (resesyondan) kaçınmak için devlet harcamaları ile kredi genişlemesinde yapılan her artış, sömürü haddinin yoğunlaşmasına, sermayenin organik bileşiminin yükselmesine, kar kütlesinin büyümesine,  kar haddinin de düşmesine yol açar. Girişimciler bu düşüşü kapatmak üzere fiyatları yeniden artırmaya kışkırtılırlar; böylece büyüyen ve yığışımlı bir enflasyonla karşı karşıya kalınır. Bu sürecin belirli bir aşamasında, kredinin elde edilebilirliği (faiz oranları), karlı üretime yol açmaz –özel sermaye kredi kullanamaz- olur. O zaman devlet aşırı kapasitede muazzam bir artışı massetmek ve  işsizliğin hızla büyümesini önlemek için işe karışmak zorunda kalır. Kısılma koşullarının büyük bir çöküntüye dönüşmesini önleme yükü, devlete düşer. Devletin bütçe açığı çabucak ve birdenbire artar.  Ancak bu harcama, zaten yüksek olan enflasyon haddini yalnızca hızlandırır[33]. Sonuç yine ekonomik bunalımdır.

1970-1980 Arası dönemde devletin üretici olmayan harcamalarının yanında, üretici harcamalara da girişmesi ve artı-değer üretici faaliyetlerde bulunması tartışılmıştır. Fakat 1980’li yıllarla birlikte Noeliberal  politikaların  iktisat politikası alanında hakim olmaya başlamasıyla birlikte bu tartışma güncelliğini yitirmiş ve devletin ekonomi alanından tamamen çekilmesi, masraflarını azaltarak küçülmesi tartışılmaya başlanmıştır. Bundan dolayı kuramın ikinci kısmı (devletin üretim sürecine faal olarak katılması) burada ele alınmamıştır.
        

2.4.KAR ORANLARININ AZALIŞI KURAMI

(Ya da Kar Oranlarının Düşme Eğilimi Yasası)


Azalan kar oranları düşüncesi Karl Marx’ın iktisadi bunalımları açıklamasında önemli bir yere sahiptir. Eksik tüketim kuramları  kapitalist birikimin sınırlayıcı etkeni olarak efektif talep üzerinde dururlarken, Marx’ın analizlerinde  efektif talep tali bir sorundur denebilir. Marx’a göre kapitalistler elden geldiğince hızlı birikim yapmaya yönelirler, sistemin temel eğilimi durgunluk değil, üretimin genişlemesidir ve birikim sürecinin sınırlarını talep yetersizliği belirlemez..
Marx’a göre  üretimin genişlemesini sınırlayan kapitalizmin kendi içsel çelişkileridir. Onun değişiyle ’’Kapitalist üretimin gerçek engeli kendisidir.’’ Çünkü kapitalist karlılık dürtüsü ile hareket eder. Fakat birikim giderek artan  bir biçimde karlılığı azaltır. Karlılığın azalması en basit şu şekilde anlatılabilir: Üretim yöntemlerinde meydana gelen gelişmeler ile daha az emek kullanarak daha çok (aynı zamanda değer olarak ta daha büyük) üretim aracı kontrol edilmekte  ve böylece emekten alıkonulan artık-değer arttığı halde sermayenin organik bileşimindeki değişen kısım (emek) azaldığından kar oranları da giderek düşer. Yeni yöntemler, üretim maliyetini düşürmekte yeni yollar bulanlar, piyasadaki  karlılık oranından daha büyük bir karlılık oranına sahip olurlar. Bu onlara piyasa fiyatının altında bir fiyatla ve piyasa kar oranında satış olanağı sunar. Böylece fiyatları aşağı çekerek diğerlerini piyasadan silme savaşına başlarlar. Rekabet gücünü yitirenler pazarı terk eder. Güçsüzler ortadan kaldırıldıkça, ekonomik yoğunlaşma ve merkezileşme  (yani tekelleşme eğilimi) de artar.
 Kar oranlarının düşme eğilimi yasasını analiz etmeden önce bazı kavram ve terimleri açıklamalıyız.
Marx  sermayenin birleşimini  üç kategoride sınıflandırmıştır[34]:
1-                        Değer yönünden sermayenin bileşimi: Sermaye değer yönünden değişen ve değişmeyen sermayeden oluşmaktadır. ‘’Kapitalist sermayesini  iki kısma ayırmaktadır. Bunun bir kısmını üretim araçlarına yatırır; bu,sermayenin değişmeyen kısmıdır. Diğer kısmını canlı emek gücüne yatırır: bu da, sermayenin değişen kısmıdır[35]. Değişmeyen sermaye bir üretim aşamasında üretime kendisinde önceden  varolan değerden başka herhangi bir değer katmayan ham maddeler, daha önce üretilmiş bu aşamada girdi olarak kullanılan maddeler ve üretim araçlarıdır. Bunlar üretime kendilerinde içerilen  billurlaşmış artık-değerden başka bir şey katmazlar. Değişen sermaye ise canlı emek gücünden oluşur ve üretimin bu aşamasında kendisine ödenen değerden daha fazla değeri ürüne katar ve net hasılanın (ürünün) kaynağı bu canlı emektir. Bu canlı emeğin üretime kattığı ve kendisine ödenen ücretin değerinden daha fazla olan değere artık-değer denir. (Kapitalist üretimin esası bu artık-değeri ele geçirme mücadelesidir.)
Buradaki analizde değişmeyen sermaye  (s), değişen sermaye (d)  ve toplam yatırılan sermaye ise (S) simgesi ile gösterilecektir.
2-        Sermayenin teknik bileşimi: Kullanılan üretim araçları kitlesi ve gerekli emek zamanı miktarı. Yani belirli bir zaman ve teknolojik gelişme düzeyinde bir birim X ürününü üretmek içi gerekli  sermaye malı ve emek miktarı.
3-        Sermayenin organik bileşimi : Sermayenin değer bileşimi, teknik bileşimi tarafından belirlenir. Sermayenin  değer bileşimindeki değişmelere, değişen ve değişmeyen sermaye  arasındaki bağıntının oransal ifadesine sermayenin organik bileşimi denir. Üretimde kullanılan sermayenin değişmeyen kısmının değişen kısmına göre artması sermayenin organik bileşiminin artması olarak ifade edilebilir.

Artı-değer oranı:   Böylece üretilen nihai ürünün değeri üç kısımdan oluşmaktadır.
Ürün değeri = (s+d)+a,
(a) burada artık-değeri simgelemektedir. Artık-değer değişen sermayenin kendisini satın alırken ödenen değerden fazla olarak nihai ürüne kattığı değerdir. Böylece kendi değeri dışında ürüne herhangi bir şey katmayan değişmeyen sermayeyi (s) nihai üründen çıkardığımızda yada Marx’ın değişiyle sıfırladığımızda,  geriye (d+a) kalmaktadır. Buradan artık-değer oranını

Artık-değer oranı (a’) = artık-değer/değişen sermaye(işgücü maliyeti)    yada a’= a/d  şeklinde yazılabilir.

Kar oranı : Kar oranı ise artık-değerin toplam yatırılan sermayeye oranıdır.
Toplam yatırılan sermaye S=s+d’den oluşmakta ve nihai ürün yukarıda görüldüğü gibi (s+d+a)’dan oluşmaktadır. Üretim için toplam yatırılan sermaye ise S=s+d’dir. Kar oranı ise üretime yatırılan toplam sermayeye karşılık kapitalistin elde ettiği artı-değer miktarıdır. Böylece kar oranını (k’) şu şekilde formüle edilebilir.

         Kar oranı:     k’= a/(s+d)=a/S


İşçinin üretimde harcadığı emek zamanının bir kısmı kendisine ücret olarak  dönerken, bir kısmı artık-değer olarak kapitaliste kalır. Buradan hareketle, artık-değerin büyüklüğünü ve sömürü haddini (a/d) artırmanın iki yolu vardır. Bunlardan birincisi,  iş gününü uzatarak günlük emek zamanı içerisindeki artık-değer üreten süreyi uzatmak, yani toplam işgününü uzatmak ile mümkündür. Bu iş gününü uzatarak elde edilen artık-değere, mutlak artı-değer denir ve sınırı toplumsal koşullar, işçi sınıfının örgütlenmesi vs. tarafından belirlenen  azami işgünüdür.
         Artık-değeri artırmanın ikinci yolu ise, işçilerin gerçek ücretlerini azaltmak yada emeklerinin üretkenliğini artırarak daha kısa sürede, daha fazla üretimde bulunmalarını sağlamak. Bu şekilde artık-değerin çoğaltılmasına ise  Marx  nispi artık-değer demektedir[36]. Nispi artık-değer oranını artırmanın  yolu ise üretim yöntem ve tekniklerinde meydana gelen gelişmelerdir. Bu gelişmeler kullanılan değişmeyen sermayenin (s), değişen sermayeye (d) oranını (d/s) sürekli artırır.  Bu kavram azalan kar oranlarının çıkış noktasıdır. İleride tekrar buna dönülecektir.
         Kapitalistler, sürekli olarak sömürü haddini artırmak için her yöntemi denerler. Fakat tarihsel süreçte, işçi sınıfının artan gücü iş gününü uzatma ve/veya gerçek ücretleri düşürme yolundaki çabaları kesinlikle sınırlamıştır. Böylece sömürü haddini yükseltmenin temel yöntemi emeğin üretkenliğini artırmak olmuştur. Fakat Marx’a göre, kapitalizmde mantığa aykırı görünen şey, sömürü oranını artıran aracın, kar oranını düşürmeye yönelmesidir. Emeğin artan üretkenliği kendisini sermayenin azalan karlılığında  açığa vurur[37].
         Kar oranlarının azalışı süreci aşağıda bir örnek yardımı ile açıklanmaya çalışılacaktır.
 Örnek:
Ücret ile işgünü veri kabul edildiğinde,  100 birimlik (para cinsinden) bir değişen sermaye, belli sayıdaki çalışan işçiyi temsil eder. Bu sermaye bu sayının göstergesidir. 100 lira 100 işçinin bir haftalık ücreti olsun. Bu işçilerin eşit miktarda gerekli ve artık-emek harcadıkları, günde, kendileri için, yani ücretlerinin yeniden üretimi için çalıştıkları kadar kapitalist için, yani artı-değer üretmek için çalıştıkları  kabul edilirse, bunların toplam ürünlerinin değeri= 200 lira ve ürettikleri artı-değer miktarı 100 lira olacaktır. Artı-değer oranı, a/d = % 100 olacaktır. Fakat kapitalist açısından  artı-değerin tezahürü, kendisini s ve S’nin büyüklüklerine bağlı olarak, çok farklı kar oranları (a/S) ile ifade eder. Artık-değer oranı % 100 olduğuna göre :
s= 50,    ve d= 100 ise      k’= 100:150= % 66.6;      (S= s+d ve k’= a/(s+d)= a/S)
s= 100,  ve d= 100 ise      k’= 100:200= % 50;
s= 200   ve d= 100 ise      k’= 100:300= % 33.3;
s= 300   ve d= 100 ise      k’= 100:400= % 25;
s= 400    ve d= 100 ise      k’= 100:500= % 20 olur.
Bu sabit artı-değer oranının, kendisini,değişmeyen sermayenin maddi olarak büyümesinin –aynı oranda olmasa bile- aynı zamanda kendi değerinde ve dolayısıyla da toplam sermayenin değerinde  bir büyümeyi gerektirmesi  nedeniyle, emeğin sömürü derecesi (artık-değer oranı) aynı olduğu halde, düşen bir kar oranı ile nasıl ifade edeceğini gösteriyor.
         Sermayenin organik bileşimindeki bu değişme uzun vadede üretim yöntemleri ve teknolojiden kaynaklanan gelişmelerle  bütün ekonomiyi kapsadığı varsayılırsa ‘’artı-değer oranı yada emeğin sermaye tarafından sömürülme yoğunluğu aynı kaldığı sürece, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye  göre tedrici büyümesi,zorunlu olarak , genel kar oranında tedrici bir düşmeye yol açar. Değişen sermayedeki nispi azalma ve değişmeyen sermayedeki nispi artış, ne miktarda olursa olsun, bu her iki kısımda mutlak büyüklük olarak artabilir ve bu, daha önce açıklandığı üzere, yalnızca, emeğin üretkenliğindeki artışın bir başka ifadesidir[38].
         Kapitalist üretim süreci aslında, aynı zamanda bir birikim sürecidir. Ve kapitalistler için önemli olan sermayenin karlılık derecesidir. Kapitalistler kendi bakış  açılarından parayı, üretim araçlarına (s) ve işçilere (d), kar (k) etmek için yatırırlar. Yatırımlara (s+d) oranla, karlarının miktarı (k) başarının kapitalist ölçütüdür. Bir başka deyişle  sermaye birikimini düzenleyen kar oranıdır ( a/s+d)[39] .
         Paradoksun ortaya çıktığı yer işte burasıdır. Birbirlerine karşı sürüp giden kavgalarında, bireysel sermayeler rakiplerine karşı bir üstünlük kazanmak için  sürekli olarak kendi maliyetlerini düşürmek zorundadırlar. Pazar mücadelesinde başarı açısından, birim maliyetleri düşürecek her şey  işe yarayacaktır.
         Fakat kapitalistler sürekli olarak bir başka savaşın da  içindedirler, emek sürecindeki üretim savaşı. Burada emeğin üretkenliğini artıran  ve böylece birim maliyetleri azaltan  temel araç olarak ortaya çıkan  makineleşmedir. Dolayısıyla emeğin toplumsal üretkenliğinin  artırılmasının hakim kapitalist yöntemi, bu makineleşme eğilimidir. Artan makineleşme  Marx’ın sermayenin yükselen organik  bileşimi diye adlandırdığı gelişmeye neden olur[40]. Bu da kar oranlarının düşmesine nenden olur. Böylece kar oranı sıfır bir tabanla sürekli alçalan bir  tavan arasında sıkışır. Bu sıkışma bunalımlara neden olur daha üretken olan sermaye büyürken, diğerleri piyasayı terk eder. Kar kitlesi, kar oranındaki küçülmeye karşın, yatırılan sermaye ile birlikte büyür. Ne var ki, bu aynı zamanda sermayede  bir yoğunlaşmayı gerektirir, çünkü böyle bir durumda üretim koşulları  daha büyük ölçekte sermaye kullanılmasını zorunlu kılar. Gene bu sermayede bir yoğunlaşmayı, yani küçük kapitalistlerin büyükler tarafından yutulmasını, sermayeden yoksun bırakılmasını gerektirir. Bu  döngüsel şekilde, büyük üretim ve istihdam kayıplarına, bunalımlara yol açar.
         Henryk Grosmann, azalan kar oranı yasasının Marxist bunalım kuramında  merkezi bir yeri olduğunu vurgular. Grosmann, Marx’ta özel bir önem sahip bu noktanın, kar oranı düştükçe toplam kar miktarının artışının yavaşlaması ve sonunda durması gerçeği olduğuna işaret eder. Yeni yatırımların daha fazla kar sağlamadığı noktada, yatırımlar kısılacak ve ortaya bir bunalım çıkacaktı. Bunalım yaygınlaştıkça güçsüz ve daha az etkili sermayeler ortadan silinecek  ve güçlü olanlar  bunların servetlerini olağandışı düşük fiyatlardan satın alabilecekler. İşsizliğin artmasıyla birlikte işçilerin durumları da kötüleşecektir. Emek süreci yoğunlaşmaya yönelirken gerçek ücretler düşecek  ve böylece sömürü artacaktır. Böylece her bunalım kendi içinde toparlanmanın ve ertesi genişleme/daralma çevriminin koşullarını taşıyor olacaktır.

2.4.1.Kar Oranının Düşme Eğilimi Yasasına Eleştiriler:


1.
Makineleşmeyi, emek sürecinin kapitalist doğasının bir sonucu olarak değil, daha çok  (uzun dönemde) işçilerin direnişi ve yükselen ücretler nedeniyle başvurulan bir yol olarak açıklayan yaklaşım: Bu görüşü savunanlara ( Paul Sweezy, Maurice Dobb)  göre gerçek ücretlerde bir artış, kar oranında düşüşe yol açarak  kapitalistleri işçileri makinelerle ikame etmeye  teşvik eder. Bu bakış açısından mekanizasyon ve bunun beraberinde getirdiği emeğin üretkenliğindeki artış karlılığın artırılmasının temel aracı iken , yükselen ücretler tam tersi etkiyi yaratır. Böylece kar oranı hangi etkenin etkisi altında kaldığına  bağlı olarak artma yada azalma yönünde eğilim gösterebilir.
         Bu çözümleme kendi sınırları içerisinde doğrudur. Yükselen ücretler mekanizasyonu teşvik eder. Mekanizasyon da        bu ücretlerin maliyete etkisini giderir yada gidermez. Fakat Marx’ da yükselen ücretlerin kendisi, üretim savaşından kaynaklanan mekanizasyon olarak adlandırılabilecek öncül bir nedenden ötürü olanaklı hale gelir. Böylece  Paul Sweezy ve Maurice Dobb’un  incelediği etki birincil olanın üzerine eklenen ( ve aslında ancak birinciden ötürü var olabilen )  ikincil bir etkidir[41].
        
 2.
         Yasaya diğer bir büyük itiraz  (neden ne olursa olsun) mekanizasyonun  mutlaka kar oranında bir düşüş eğilimini gerektirmediğidir. Bu düşünceye göre belirli bir metayı üretmek daha az zaman aldığına göre, makineleşme  emek verimliliğinde bir artış ve dolayısıyla metaların emek-değerinde  bir azalış ila birlikte gider. Dolayısıyla üretim araçlarının emek-değeri (s) bunların kitlesi kadar artmayabilir, hatta azalabilirde. Bu tartışma halen devam etmektedir.

3.
Diğer bir itiraz ise  kapitalistlerin kar oranını düşürecek bir üretim tekniğini uygulamayı asla seçmeyeceğidir. Dolayısıyla azalan kar oranı kendiliğinden olanaksız hale gelir (Joan Robinson, Bob Rowthorn)[42]. Bu yaklaşımın temel hatası teknik ilerlemenin yalnızca bir tercih sorunu olarak görülmesi, bir zorunluluk olarak kavranamamasıdır.


Buraya kadar ele alınan kuramlar, kapitalizmdeki bunalım eğilimlerinin bütünsel birer açıklaması  olarak ele alınırlarsa gerçekten birbirleriyle pek bağdaşmazlar. Fakat bu kuramlar, kapitalizmin gelişmesi sürecinde belli özgül durumlarına tekabül eden, tarihi bir sürecin parçaları  olarak ele alındığında  tutarlı bir sonuca varılabilir. Çünkü  kapitalist gelişmenin farklı aşamalarında, birikim süreci farklı engellerle (kendi içsel dinamiğinin yarattığı engellerle) karşılaşır. Gelişmenin  bir aşamasındaki başat engellere bulunan çözümler, birikim sürecini bir sonraki aşamada sınırlayan yeni engeller yaratır. Yani bir engele bulunan çözüm bir sonraki dönemin engeli haline gelebilir. Bu birikim sürecinin diyalektiğidir. Bu yüzden bunalımı inceleyen iktisatçılar bu olgulara birer engel yerine birikim sürecinin birer çelişkisi olarak bakmaktadırlar.

Sermayenin organik bileşimi XIX. yüzyıldan itibaren yükselmeye devam ettikçe iki şey oldu: sermaye gitgide daha da yoğunlaşıp merkezileşmeye, sermayenin organik bileşiminin hızı ise yavaşlamaya yüz tuttu. Öyle görünüyor ki bu yüzyılın ilk çeyreğinde sermayenin organik bileşimi az çok istikrar buldu. Oysa artık-değer haddi  hem genel üretkenlik artışlarından (sermaye ve emek tasarruflu), hem de  bizzat tekel  gücünden ötürü yükselmeye devam etti. Sonuç olarak, gerçekleşme ve eksik tüketim sorunları yönünde güçlü bir eğilim belirdi. Devletçe yükümlenmiş israf akademik açıdan Keynesyen olarak meşrulaştırılan bu büyük toplumsal buluş, eksik tüketim engeline  bulunan başlıca çözüm oldu. Ancak üretici olmayan devlet harcamaları sistemin artık massetme gereklerinden daha hızlı genişlemeye başlayınca paramparça oldu. Tekellerin hem ulusal hem de uluslar arası  çapta büyümeye devam etmesi, enflasyon ile işsizlik arasındaki değiş tokuşun  (trade-off)  kötüleşmesini daha da derinleştirdi[43].


2.5. GÜNCEL FİNANSAL KRİZLER



1990’larda Kapitalist dünyada üst üste yaşanan bunalımlar, iktisat literatürünün en önemli konusunu ve ilgi alanını oluşturmaya başladı. Sistemin yaşadığı en önemli ilk kriz 1929 Büyük Bunalımı idi. Bu bunalımdan sonra uzun bir istikrar dönemi ve 1960’ların sonlarında başlayıp iki petrol kriziyle de ivme kazanan Bretton Woods sonrası döneme ait 1970’ler ve 1980’lerdeki borç krizleri de, dünya ekonomisi açısından ikinci önemli kriz dalgasını oluşturmaktadır.
1990 sonrası başlayan krizlerde geçmişte yaşananlarla oldukça benzerdir. Ancak koşullar  farklıdır. 1990’larda yaşanan üç önemli değişiklik  (bilgi teknolojisindeki buluş ve yenilikler; bunun finansal tekniklerde ve araçlarda sağladığı yenilikler; deregülasyon ve serbest sermaye hareketleri gibi liberalizasyon politikalarının  yaygınlaşması ve yoğunlaşan globalleşme olgusu), yaşanan krizlere farklı boyut kazandırmıştır.Eski tip krizlerle 1990 krizleri arasında hızları,etki alanları, finansman araçları ve üretilen politika önerileri açısından farklılıklar olduğu için, kapitalizmin  yukarıda belirtilen  üç önemli kriz dalgasının çeşitli açılardan karşılaştırılması faydalı olacaktır[44]:

·  İlk farklılık, krizlerin etki alanlarının farkıdır. 1930’lar tam bir global kriz olmuştu. Oysa 1970’li ve 1980’li yıllardaki krizler belli bölgeleri etkileyen krizlerdi. 1990’lardakiler ise bir ülke veya bölgeyle sınırlı olan, birbirlerine yayılsa da  izole edilmiş krizlerdir. Makroekonomik şoklar çok daha küçük olduğundan krizler daha az geneldir.
·  İkinci farklılık ise,bu üç dönemdeki krizlerin finansman biçimleri arasındaki farklılıktır. Bu dönemlerin her birinde ağırlık farklı finansal  araç ve kurumlarda olmuştur. 1920’lerde öncelikle devlet tahvilleri, gelişmiş ülkelerden gelişmekte olanlara doğru portföy sermaye akımının  en önemli motoru  olmuştur. Bu dönemin özelliği tahvil finansman dönemi olmasıdır. Bu dönemdeki uluslararası sermaye akımlarının 12 büyük ülkenin GSYİH’sına oranı % 6’ ya ulaşmıştır. Bu oran 1960’larda % 1, 1990’larda % 2’dir. 1970 ve 80’lerde ise banka finansmanı ön plandadır. 1973-1974 ilk petrol şokunun en önemli etkilerinden biri, petrol ihracatçısı ülkelerde (OPEC) cari hesap fazlalarının oluşmasıydı. Bu dönemde özel sermaye akımlarının çoğu  ticari bankalardan alınan sendikasyon kredileri biçimini aldı. Borçluların çoğu ise  ülkelerin kamu kesimiydi. Bu borçlar dolar cinsinden ve LİBOR olarak bilinen faize bağlı olarak dalgalanıyordu. Borçlu ülkelerin çoğunluğu Latin Amerika ülkeleriydi. 1974-1978 arasında petrol ithal eden  gelişmekte olan ülkelerin  orta vadeli borçları 135 milyar $’dı. (Bu miktar 1970’te sadece 4 milyar $’dı). 1980’lerin başında, ise  gelişmiş ülkelerin (ABD,İngiltere) enflasyona karşı uyguladığı sıkı para politikaları, bu ülkelerde likidite sıkıntısına, yüksek faizlere ve resesyona yol açarken, borçlanma maliyetlerinin artmasından dolayı azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde  dış borç krizlerine yol açtı. Aynı zamanda gelişmiş  ülkelerdeki resesyon nedeniyle gelişen ülkelerin ihraç malları fiyatları ve ihracat gelirleri düşmeye başladı. Sonuç olarak borçlu ülkelerin cari hesap açıkları hızla arttı  ve bu ülkelerin  borçlarını geri ödemeyi sürdürmelerini imkansız hale geldi.

1980 sonrası borçlu ülkelerin makro ekonomik politikalarını iyileştirmeleri ve yapısal reformlara gitmeleri için gelişmiş ülkeler,özellikle ABD kaynaklı Neo-Liberal politikaların dayatıldığı dönem oldu. Bu politikaların en önemlileri özelleştirme, deregülasyon (finansal piyasaları kuralsızlaştırma), dış ticarette liberalizasyon ve doğrudan yatırımları teşvik önlemleri olarak sayılabilir. 1980’lerin dış borç krizlerine 1990 yılında oluşturulan ve ABD Maliye bakanının adı ile anılan ve de  özü borçların yeniden yapılandırılması olan Brady Planı ile nokta kondu.

1990’larda gelişmekte olan ülkelerdeki makroekonomik iyileşmeler ve yapısal reformlar doğrudan sermaye yatırımlarını artırsa da, bu dönemin temel  finansman biçimi  hisse senedi olarak ifade edilebilir. Özellikle ABD’de hayat sigortası şirketleri ve emeklilik fonlarının yaygınlaşmasıyla çeşitlenen uluslararası portföy yatırımları, denetleme ve düzenlemeye ilişkin gevşemelerle (deregülasyon) hızlanmış[45], hedge fonların büyümesi ve gelişmiş ülke faiz oranlarının düşmesi ile bu fonlar, faiz oranlarının gelişmekte olan ülkelerdeki (Latin Amerika ve Uzak Asya gibi) faiz farkından gelir elde etmek için gelişen piyasalar (emeginig market ) denilen bu ülkelere akmıştır. 1990’lar boyunca ortaya çıkan  bütün krizlerde önce  portföy yatırımları ve  banka borçlarının payının şiddetle arttığı görülmektedir. Bu dönemde borçlananlar daha çok  özel kesim ve daha az ölçüde de kamu kesimidir[46].
·  Üçüncü  önemli fark borç veren ülkelerin ve kurumların tepkileridir. 1920’lerde sınırlı tepki veren bu ülke ve kurumlar, 1980’lerde bankacılık sistemlerinin riski nedeniyle, IMF  kanalıyla erken ve etkin  bir müdahaleyi harekete geçirmişlerdir. 1990’larda ise müdahaleler hem ABD gibi lider ülkeler, hem de  IMF kanalıyla gerçekleştirilmiştir.
·  Dördüncü önemli farklılık krize  maruz kalan ülkelerin tepkileridir. Bu tepkiler sırasıyla, 1920’ler: ithal ikamecilik, 1980’ler: mali politika uygulamaları, 1990’lar: parasal ayarlamalar olarak sıralanabilir.
·  Beşinci farklılık krizlerin çözümlenmesindeki farklı yaklaşımlardır.  Ödemeler dengesi krizlerinde geleneksel çözüm, devalüasyon ve sıkı para ve maliye politikaları iken, finansal krizlerdeki geleneksel çözüm para arzını genişletip faiz oranlarını düşürmektir. Düşen faiz oranları borçluların yeniden borçlanma maliyetlerini azaltıp, yükümlülüklerini daha kolay yerine getirmelerini sağlar. Oysa devalüasyon ve yüksek faizler bankaları ve finansal kesimi daha da zayıflatır. Para arzının genişletilmesi ve düşük faizler ise, ödemeler dengesi sorunlarını daha da kötüleştirir 1990’larda ‘’ikiz (twin)’’ kriz (ödemeler dengesi ve bankacılık krizlerinin birlikte meydana geldiği  kriz türü) yaşayan ülkeler bu ikilemle karşı karşıya gelmişlerdir. Bu ikilem nedeniyle optimal çözüm, ülkelerin şartlarına (ulusal paranın değerlenme derecesine, enflasyon oranına, iç ve dış borç hacmine, bankacılık ve finans kesiminin zayıflık derecesine) göre değişir. Paranın değerlenme derecesi ve iç borç hacmi ne kadar yüksekse, oransal olarak daha yüksek bir devalüasyon tercih edilirken; öncelikli sorunu yüksek enflasyon ve dış borç olan ülkelerde, sıkı para ve daha az devalüasyon daha makul görünmektedir. İç borç yükümlülüklerinin vade yapısı da bu iki politika tercihini etkilemektedir.

Bütün bu farklılıkların yanında 1990 ekonomik bunalımları için belirtilmesi gereken önemli bir olgu da yukarıda sözü edilen ikiz (twin) krizlerdir.. ‘’Özellikle Bretton woods  sonrası ortaya çıkan çok sayıda ödemeler dengesi ve bankacılık krizleri bilinen ve benzerlik taşıyan krizlerdir. Ancak finansal kesimlerin müdahalelere tabii olduğu ve daha az liberal olduğu  1970-80’lerdeki  eski tip  krizlerde sorun  daha çok  ödemeler dengesine ilişkin görülmektedir. Yukarıda belirttiğimiz koşullardaki  değişimler 1990’larda ödemeler dengesi ve bankacılık krizlerinin birbirlerinden bağımsızlığını ortadan kaldırmış, onları karşılıklı ilişkili hale getirmiştir. Bu bağlantı hızlı yabancı sermaye girişiyle birlikte, deregüle edilmiş ülke içi finansal kesimin döviz cinsinden yükümlülüklerinin varlığı  nedeniyle kurulmaktadır. Karşılıklı ilişkili bu ‘’twin (ikiz)’’ krizler durumunda sorun karmaşıklaşmakta krizlerden çıkış yolları da daha karmaşık ve maliyetli hale gelmektedir[47].
Yukarıdaki açıklamalardan da  görüldüğü üzere son otuz yılda, modern iktisatta ekonomik bunalımlar üzerine yapılan kuramsal açıklamalar, bütüncül kuramsal çalışmalar olmaktan çok bunalımların parasal kesimdeki değişkenler üzerinde meydana getirdiği etkileri betimleyen çalışmalardır. Kuşkusuz bunda 1970’lerin sonundan itibaren hakim olan Neoliberal iktisadi düşüncenin etkisi vardır. İktisat politikadan ve toplumsal hedeflerden arındırılmalıdır. İktisadın kendi kuralları vardır müdahale edilmezse kriz çıkmaz. Parasal büyüklüklerle oynanılmamalı, sadece reel  GSMH artışı oranında parasal kesim genişletilmelidir. Monetarizmin Klasik iktisattan tek farkı da budur.  Böylece ekonomik bunalımları açıklayan sistem içi diyebileceğimiz teoriler daha çok parasal kesimin analizine dayanmakta, reel ekonomi ikincil olarak kalmaktadır. Burada daha da önemli olan dünya ekonomisinin   1980 sonrası  Neoliberal politikaların hegemonyası altında şekillenmesidir.
Günümüzde ekonomik bunalım farklı şekillerde tezahür etmektedir. Bu tezahürleri dört başlık altında sınıflandırabiliriz. Bunlar para krizi, bankacılık krizi, finansal krizler ve dış borç krizleridir.
1.                          Para  Krizleri:  Döviz kurundaki ani dalgalanmalar ve  sermaye akımlarında keskin bir değişme sonucu, ülke parasının aşırı değerlenmesi ve bunun  devalüasyonla sonuçlanması para krizi olarak kabul edilmektedir. ’’ Ülke parasının döviz olarak değeri üzerindeki spekülatif bir atağın bir devalüasyonla sonuçlanması halinde veya ülke otoritelerinin uluslar arası rezervlerin hacmini artırarak ve faiz oranlarını  yükselterek  ülke parasını savunmaya zorlandıkları durumda ortaya çıkar.(30). Çoğunlukla sabit,yarı-sabit (crawling peg) veya para kurulu (currency board) sistemini uygulayan ekonomilerde meydana gelen krizlerdir.
2.                          Bankacılık Krizleri: Bankaların aktiflerinin pasiflerini karşılayamadığı durumlarda ortaya çıkan krizlerdir.
3.                          Finansal Krizler: Çoğunlukla aktif fiyatlarında bir çöküşle belirginleşen ve finansal piyasalardaki çöküşlerdir.  Bankacılık ve para krizleri reel ekonomide kalıcı bir etki yaratmayabilir. Finansal krizler  ise reel ekonomi üzerinde büyük yıkıcı etkiler yaratabilen ve piyasaların etkin işleyişini  bozan krizlerdir. Banka veya banka dışı finansal kesimdeki şirket veya şirketlerin borç problemlerini içerir. Finansal sistem denetimlerinin gevşetilmesiyle kredi sisteminde risk yönetimi zaaflarının ortaya çıkmasıdır. Günümüzde bu olgu ‘’ahlaki riziko’’ olarak adlandırılmaktadır.
4.                          Dış borç krizleri: Bir ülkenin dış borçlarını ödeyememe durumudur. Bu borçlar özel kesim, kamu kesimi veya her ikisine de  ait olabilir. Genellikle borçlu ülkenin morotoryum ilan etmesi şeklinde meydana gelir.

Bu güne kadar, 1990 sonrası iktisadi bunalımlar konusunda getirilen kuramsal çözümlemeler üç genel başlık altında toplanmaktadır. Bunlar[48]: Birinci Nesil Modeller (Kanonik Kriz Modeleri), İkinci Nesil Modeller,  Üçüncü Nesil Modeler (Bulaşma Modelleri).
Birinci nesil modeller, ilk model Paul Krugman tarafından 1979 yılında geliştirilmiştir. Krugman bu modeli, Stephan Salant ve Dale Hendersen tarafından 1978 yılında emtia piyasası (özellikle altın) için geliştirdikleri bir modeli uyarlayarak kurmuştur. Sabit kur rejimlerinde, yüksek kamu açığının monetize edilmesi (para basarak karşılanması) için Merkez Bankası kaynaklarına başvurulursa, bireysel portföylerdeki ulusal para miktarı artacak, portföy yöneticileri portföylerini dengelemek için döviz talep edeceklerdir. Bu da Merkez Bankası rezervlerini eritecektir. Döviz rezervleri sonsuz olmadığına göre kaçınılmaz olarak döviz krizi çıkacaktır. Bu tür krizler öngörülebilirdir.
İkinci nesil Modeller çoklu denge modelleri  olarak adlandırılmaktadır. Bu modellere göre aynı ekonomik temeller beklentilere bağlı olarak krizin çıkıp çıkmamasına neden olacaktır.  Yani kriz beklentisi krizin dinamiklerini harekete geçirici karakterdedir. Mesela döviz krizi çıkacak diye bekleniliyorsa dövize hücum olacaktır. Ya da tam tersi beklentiler krizin çıkmayacağına yönelikse piyasa ajanlarının tavrı tam tersi olacaktır.
Üçüncü nesil modeller ise Bulaşma ve Muson Etkisi olarak  olarak iki gruba ayrılmaktadır. Bulaşma, aynı kulvarda dış ticaret yapanlar veya özellikleri benzer olan ekonomilerde meydana gelen finansal krizlerin birbirini tetiklemesidir. Muson Etkisi yaklaşımı ise gelişmiş ülkelerde olan ekonomik değişimlerin gelişmekte olan ülkelerde krizlere yol açmasını açıklamaya çalışır. Gelişmiş ülkelerde faiz oranlarının artması sonucu gelişmekte olan ülkelerden sermaye çıkışının olması ve bunun bir finansal krize yol açması Muson etkisinin tipik örneğidir.
 Buraya kadar yapılan açıklamalardan da görüleceği üzere 1990 sonrası yaşanan finansal krizleri açıklamaya yönelik kuramlar, ekonomik bunalımın temel nedenlerinin analizi ile uğraşmamaktadır. Bunlar genelde bunalımın görüngüleri ve mekanizmaları (oluş şekilleri) ile ilgili çözümlerlerdir. Yukarıda sınıflandırılması yapılan bunalımlara (para,  banka, döviz ve dış borç krizlerine) yol açan iktisadi nedenler ise araştırılmayı beklemektedir. Aşağıda bu nedenlerin analizine bir giriş denemesi yapılacaktır.

2.5.1. Finansal Serbestleşme



Iktisat yazınında, 20.yy’ın ikinci küreselleşme dalgasının henüz 1914 düzeyine ulaşmadığı konusunda tartışmalar sürmekle birlikte, günümüzde uluslararası finansal sermayenin akışkanlığını düzenleyen finansal araçların çeşitliliği iki küreselleşme evresinin niteliksel farklılıklarının da öne çıkarmaktadır.

19.yy ve 20.yy. küreselleşme evrelerinin sermaye hareketleri açısından en önemli farkı, birincisinin reel bir mal ile –altın standardında– düzenlenirken, günümüzdeki ikinci evrenin fiat kağıt paraların nominal değişim hareketlerine dayalı olduğudur. Bu anlamda 20.yy’ın insanlık tarihindeki belki de en ayırdedici özelliği, ulusal paraların değişim değerlerinin altın veya benzeri reel hiç bir mal tarafından desteklenmediği, nominal birer büyüklükten ibaret olduğu bir dönemi sergilemesidir. Ulusal paraların değişim hadlerindeki bu belirsizlik, finansal sistemin işleyişi açısından bir yandan büyük riskler taşırken, bir yandan da spekülatif nitelikli kazançları özendirmekte ve finansal sermayenin akışkanlığını –reel üretim dünyasından kopartarak– uyarmaktadır[49].

Bank for International   Settlements (BIS) kayıtlarına göre, 1980’de uluslar arası günlük döviz hareketleri  ortalama 80 milyar ABD dolarıdır ve bu dünya ticaretinin on katına ulaşmaktadır. 1992 yılında ise bu döviz hareketleri  880 milyar ABD dolarına ulaşmış ve bu dünya ticaretinin 50 katına denk gelmektedir. 1995 yılında ise günlük uluslar arası döviz hareketleri 1260 ABD dolarına ulaşmış ve bu dünya ticaretinin 70 katına denk gelmektedir ve bu miktar mevcut resmi dünya altın ve döviz rezervlerine  eşittir[50]. Dünya döviz piyasası işlemleri, 2002 yılında ise günlük 1.8 trilyon US$’a ulaşmış durumdadır.  Söz konusu finansal hareketliliğin, “dünya reel mal ticaretini finanse etmek” gibi bir süreç ile hiç ilgisi olmadığı ve reel üretim ve fiziksel sermayenin yatırım gereklerinden tamamıyla kopuk bir gelişme gösterdiği açıktır.   

Buna karşıt olarak, II. Dünya Savaşı’nın ardında oluşturulan Bretton-Woods sistemi, sabit kurlar ve spekülatif sermaye hareketlerine karşı ulusal kontrol olanaklarını kullanarak bu tür spekülatif birikim süreçlerine karşı 30 yıl boyunca bir savunma mekanizması sağlamıştı. Yirminci yüzyılın iki küreselleşme evresi arasında gözlediğimiz bu niteliksel farklılık, çok genel ifadeyle, ulusal paraların değişim hadlerindeki belirsizlik ve bunun yarattığı spekülatif olanaklarda yatmaktadır. Bu belirsizliğin ulusal döviz piyasalarına yansımasının bir diğer biçimi de ülkelerin döviz rezerv hareketliliğinin giriş ve çıkış evrelerindeki “kısa-vadecilik” ve ulusal finans piyasalarının giderek daha çok spekülatif saldırılara açık hale gelmesi sonucu ortaya çıkan belirsizlik ve risk ortamıdır. Böylece, Merkez Bankaları giderek daha yüksek miktarlarda rezerv tutmaya zorlanmakta, bu da reel fiziksel yatırımlara ayrılabilecek kaynakların giderek daraltılması anlamına gelmektedir. Nitekim, IMF ve UNCTAD kaynaklı verilere göre, günümüzde az gelişmiş ülkeler yüksek reel faizler pahasına sağladıkları sermaye girişlerinin yaklaşık üçte birini rezerv birikimine ayırmaktadır. Nitekim elimizdeki verilere göre 1990-98 arasında tüm kalkınmakta olan ülkelere toplam 1890.6 milyar US$’lık bir sermaye girişi yaşanmış; bunun 1083.6 milyar US$’ı 16 yeni gelişen piyasa ekonomisine yönelmiştir. Aynı dönemde kalkınmakta olan ülkelerden 577.2 milyar US$’lık bir sermaye çıkışı yaşandığı; dolayısıyla, 1990-98 arasında toplam net sermaye girişinin 1313.4 milyar US$ olduğu görülmektedir. UNCTAD verilerinden net sermaye girişlerine görece uluslararası döviz rezervi birikiminin de %33.3’e ulaştığı görülmektedir. Aynı oran, yeni-gelişen piyasa ekonomileri açısından %28’dir. Yani uluslararası sermaye net girişlerinin yaklaşık üçte biri doğrudan doğruya rezerv birikimi olarak tutulmakta, yatırım finansmanı olarak reel sermaye birikimine katkı yapmamaktadır. Bu olguya koşut olarak, net sermaye girişlerinin, kalkınmakta olan ülkeler genelinde %30.5’inin net hata ve noksan kaleminden oluştuğu ayrıca hesaplanmaktadır. Uluslararası sermaye hareketlerinde formel kayıt-dışında kalan bu tür akımlar, bize kayıt-dışı mal ticareti ve kaynağı belli olmayan spekülatif nitelikli kazançların büyüklüğü konularında da ipuçları vermektedir. Burada ilginç olan husus, sermaye akımlarının sadece “doğru” makro iktisadi politikaları uygulayan bir kaç “gözde” ülkeye değil, yapıları ve iktisadi politikalarında son derece farklılık gösteren bir çok ekonomiye aynı kararlılık ve hızda ilgi göstermesidir. Bu yönüyle, 1990’ların uluslararası sermaye hareketlerinin bir iki coğrafi bölgeyle sınırlı kalmadığın; bunun aksine, dünya kapitalizminin küresel ölçekte yeni bir aşamasını oluşturduğunu görmekteyiz. Bir yandan uluslararası finans kapitalin yatırım kararlarında sergilediği küreselleşmenin boyutlarını, bir yandan da dünya finans piyasalarının eklemlenmesini içeren bu süreç, iletişim teknolojisindeki baş döndürücü gelişmeleri de arkasına alarak, ulusal piyasaları birer birer spekülatif çıkar alanına çekmektedir. Bu sürecin ana unsurunu, ulusal piyasalarda faiz ve döviz kuru arasındaki dengesizliklerden kaynaklanan arbitraj öğesine dayanan kısa vadeli sermaye –sıcak para– akımları oluşturmaktadır[51].

“Sıcak paranın” iktisat yazınında genel kabul gören kesin bir tanımı olmamasına karşın, “spekülatif”, “kısa dönemci” ve “aşırı dalgalanma ve akışkanlık” gibi unsurlar içerdiği; ve yol açtığı iktisadi istikrarsızlıkların da özü itibariyle bu öğelerden kaynaklandığı bilinmektedir. Söz konusu istikrarsızlıkların odak noktası, kısa dönemli yabancı sermaye bolluğunun neden olduğu döviz kurunda ulusal paranın aşırı değerlenmesi olgusudur. Sıcak para akımları, ulusal piyasalardaki görece yüksek reel faize yönelirken, kısa dönemli döviz birikimi sağlamakta, bu da ulusal paranın yabancı paralar karşısında aşırı değer kazanmasına yol açmaktadır. Böylece ithalat malları ucuzlarken, ihracatçı sektörler gerilemekte, cari işlemler açığı da büyümektedir. Bu koşullarda sağlanan iktisadi büyüme ise dışa bağımlı ve yapay bir nitelik göstermekte ve reel faiz ile döviz kuru arasındaki hassas dengelerin bozulmasıyla ani bir çöküntüye uğrayabilmektedir. Uluslararası finansal sermayenin kısa vadeci akışkanlığının bir diğer sonucu da Merkez Bankaları açısından bağımsız bir para faiz ve döviz kuru politikası izleme olanağı bırakmamasıdır. Uluslararası sermaye hareketlerine denetimsiz olarak tamamıyla açık olan bir ekonomide artık faiz ve döviz kuru birleşerek tek bir finansal unsura dönüşmekte ve stratejik yatırım ve ticaret hedeflerini içeren bağımsız bir kalkınma stratejisi izleme olanağı kalmamaktadır.

Gelişmiş ekonomilerde 1970’li yılların başında verimlilik artışında meydana gelen yavaşlamanın yanı sıra, kapasite kullanım oranları düşmekte ve işsizlik yaygınlaşmaktadır. Bir taraftan verimlilik artışı yavaşlarken[52], diğer taraftan sabit sermayenin büyümesi, ücretin satın alma gücünün ve kârın birlikte artmaya devam etmesini imkânsızlaştırmaktadır. Ortalama kâr hadlerinin düşüşü, bir müddet sonra artık engellenemez bir eğilim haline geldiği için de, kapitalizm, halen yaşamakta olduğumuz durgunluk dalgasına (bunalım) girmiştir. Üretkenliğin (verimlilik) büyüme hızının düştüğü bir ortamda ortalama kâr hadleri de düşmeye başlar ise, üretkenlik ile reel ücreti birbirine endeksleyen bir modelde, bu düşüşü önlemenin yolu, reel ücretleri aşağıya çekmek ve ücretin satın alma gücünü azaltmaktır. Merkez ülkeler de bunu yapmıştır. Fakat bu kez de efektif talep düştüğü için üretim fazlası ortaya çıkmıştır. Öte yandan sermaye birikimi de, aşırı kazanç getirici alanlara yatırılamadığı için, sorun olmaya başlamıştır.Sonuç itibariyle, ulusal ekonomilerin kaldırabileceğinin ötesinde devasa boyutlar kazanmış olan sermaye birikimine yeni kanallar açmak ve düşen kârlılık oranlarını restore etmek  amaçlarına yönelik olarak, üretimin mekanı, merkezden, ucuz emek cenneti olarak tanımlanan çevreye kaydırılmış ve bu coğrafyadaki ülkeler sanayileşmeye başlamıştır.Devasa boyutlar kazanan sermaye birikiminin bir bölümü, doğrudan yatırırm (foreign direct investment) biçiminde çevre ülkelere aktarılırken, geriye kalan bölümü de merkez ülkelerde finans sektörünün aşırı büyümesine sebebiyet vermektedir. Finans sektörünün büyümesi ise merkezden çevreye yönelik fon akışını  hızlandırmaktadır[53]. Bu fonların 1970-80 dönemindeki akış yönü devletlere borç verme şeklinde iken bugün  yoğun olarak spekülatif kazanç amacıyla  finans piyasalarına akmaktadır.


2.5.2. Neoliberal İktisadın Sermaye Piyasalarının Serbestleştirilmesi Savunusu

1980’lerde başlayan sermaye piyasalarının serbestleştirilmesi düşüncesi, neolibareal dalganın ve bugün adına  küreselleşme denen sürecin temel taşlarından birisidir. Sermaye piyasalarının serbestleştirilmesinin savunusu şu başlıklar altında toplayabilir[54]:
1. Sermaye piyasalarının serbestleştirilmesi ile tasarruflar, ulusal sınırlar olmaksızın en etkin yatırımlara yönelecek, böylece gelişmiş ülkelerdeki birikmiş fazla sermaye gelişmekte olan ülkelerin sermaye ihtiyacını karşılayacaktır.
2. Artan  rekabet finansal sistemin etkinliğini artıracak, bu tasarruf sahipleri için en iyi fırsatı (avantajı), borç arayanlar içinde ne düşük maliyeti sağlayacaktır.
3. Futur, swap, option gibi yeni finansal türev araçlar, firmaların risklerini daha etkin yönetmelerini sağlayacaktır.
4. Bu uzun dönemde daha fazla yatırım ve büyüme sağlayabilecektir.
5. Piyasa, daha iyi bir  ekonomik politika ve performansı başarması için hükümetlere  sağlıklı bir disiplin sağlayacaktır.

Bu beş iddia Neoklasik iktisadın  üretim ve dağıtımda  rekabetçi piyasalar en iyi etkinliği sağlar  temel teorimi ile finansal piyasalar (daha iyi bir ekonomik politika ev performansı başarmak için gerekli disiplini sağlamaları ile) bilgilenme (riski azaltma) sürecinin etkinliğini hükümetlerden daha iyi  yerine getirirler şeklindeki etkin piyasalar hipotezinden kaynaklanmaktaydı[55]. Fakat 1994 Meksika , 1997 Uzak Asya, 1999 Arjantin ve 2000 Türkiye krizleri bu iddiaları çürütmektedir. Bugün de bu iddalar savunulmaya devam etmektedir: Finansal liberalleşme bu iddiaların gerçekleşmesini sağlayabilir fakat gelişmekte olan ülkeler sermaye piyasalarını serbestleştirmeden önce regüle etmelidirler (düzenlemelidriler)vb. bir çok yeni politika önerisi sunulmaktadır. Kısaca, özellikle 1990 sonrası iktisat literatüründe finanzal krizleri sınıflandırmak, oluş mekanizmalarını açıklamak, etkilerini analiz etmek üzere yapılmış yığınla çalışma ile doludur. Krizlerin analizi anlamında ise genellikler sosyal ve idari yozlaşma, döviz ve kurları ve sermaye kontrolleri üzerinde durulmaktadır. Ancak yapılan analizler krizlerin gerçek nedenlerini açıklamaktan uzaktır.

2.5.3. Finansal Krizlerin Analizi


Finansal krizler, bugün gelişmiş büyük ekonomilerde olmamak, genellikle gelişmekte olan ve azgelişmiş ekonomilerde meydana gelmektedir. 1990’lardaki krizler bir ülke veya bölgeyle sınırlı olan, birbirlerine yayılsa da  izole edilmiş krizlerdir. Makroekonomik şoklar çok daha küçük olduğundan krizler daha az geneldir.

1990’larda gelişmekte olan ülkelerdeki makroekonomik iyileşmeler ve yapısal reformlar doğrudan sermaye yatırımlarını artırsa da, bu dönemin temel  finansman biçimi  hisse senedi olarak ifade edilebilir. Özellikle ABD’de hayat sigortası şirketleri ve emeklilik fonlarının yaygınlaşmasıyla çeşitlenen uluslararası portföy yatırımları, denetleme ve düzenlemeye ilişkin gevşemelerle (deregülasyon) hızlanmış[56], hedge fonların büyümesi ve gelişmiş ülke faiz oranlarının düşmesi ile bu fonlar, faiz oranlarının gelişmekte olan ülkelerdeki (Latin Amerika ve Uzak Asya gibi) faiz farkından gelir elde etmek için gelişen piyasalar (emeginig market ) denilen bu ülkelere akmıştır. 1990’lar boyunca ortaya çıkan  bütün krizlerde önce  portföy yatırımları ve  banka borçlarının payının şiddetle arttığı görülmektedir. Bu dönemde borçlananlar daha çok  özel kesim ve daha az ölçüde de kamu kesimidir. Krize maruz kalan ülkelerin ekonomi politikası çözümleri ise  parasal ayarlamalar olarak sıralanabilir.

Finansal krizler tezahür olarak farklı bir görünüme sahip olmakla birlikte, meydana getirdiği etkilere baktığımızda daha önceki iktisadi bunalımlarla aynı sonuçları üretmektedir: Kriz sırasında faiz hadleri artmakta, para ve kredi talepleri artarken arzı daralmakta; Ticaret hacmi küçülmekte, sınai üretim azalmakta, iflaslar artmakta, işyerleri kapanmakta, işsizlik artmakta ve ücretler baskı altına alınmakta; sayısız sanayi, ticaret ve banka işletmesi ödeme yükümlülüklerini yerine getirememekte…. Kısacası finansal krizler de kapitalist sistemin doğuşundan bu yana meydana gelen krizlerle aynı sonuçları farklı düzlemlerde üretmektedirler. Çünkü sistemin temel karakteristikleri değişmedikçe istikrarsızlık kaynakları da değişmemekte ve sistemin işleyiş yasaları aynı sonuçları üretmektedir.

Kapitalist sistemin ürettiği bunalımların nedeni sistemin kendi işleyiş yasalarında yatmaktadır. Kapitalist sitemde krizler kaçınılmazdır. Bunun nedeni üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçlarının mülkiyetinin özel biçimi arasındaki  çelişkidir.  Toplumsal üretimin ürününe, yeniden üretimi kendi özel çıkarlarına göre yürüten, azami kar peşinde koşan özel mülk sahipleri el koyar. Tek tek işletmeler çok sıkı bir planlama ile üretimde bulunurken, toplumsal üretim anarşik şekilde yürür. Üretimin itici güdüsü kar olduğu için, kapitalizme özgü eğilim, üretimin sınırsız olarak genişletilmesidir. Yukarıda kar oranlarının azalışını incelerken gördüğümüz gibi sermayenin organik bileşiminin artması kar oranlarını düşürürken firmaların hayatta kalmalarının yolu sürekli olarak üretim tekniklerini geliştirmektir. Bunun sonucu ise yoğun rekabet ve sınırsız olarak daha fazla büyümenin kaçınılmazlığıdır.

Krizler genellikle ilk önce finans veya ticaret alanlarında ortaya çıkmasına rağmen kökenleri daima üretim alanındadır. Kapitalist ekonomi yaşamak için sürekli büyümek zorundadır. Sermayenin organik bileşiminin sürekli artması için üretimde elde edilen artık-değerin  her üretim devresinde daha fazla bir kısmının üretim araçlarına yatırılması gereklidir. Bu süreç devam ederken bir yandan üretim araçları üretimi artarken bir yandan da tüketim malları üretimi artar. Bunun sonucu aşırı üretimdir. Aşırı üretim çelişkinin bir görünüşüdür. Çünkü üretilen değer sürekli artarken bunun paylaşımı orantısız olduğundan talep üretimle aynı oranda artmaz. Sonuç üretim sürecinin tıkanmasıdır.

Kredi sistemi ne kadar esnek olursa  üretim (yatırım ve tüketim malları üretimi) ile tüketim yani diğer bir değişle arz ile talep arasındaki orantısızlıkta uzun dönemde o kadar büyük olur. Kredi sistemi Kapitalist ticaretin can damarıdır ve aynı zamanda krizlerin en önemli kaynağıdır. Üretici kapitalist ürettiği metayı toptancıya veya ilk dağıtıcıya belli bir vade ile satar, ondan sonra vadeli çalışan (yada krediyle dönen ) bir piyasada, meta birçok dağıtım aşamasından geçerek, belli bir zaman sonra nihai tüketicinin eline geçer. Böylece daha ilk meta ‘’meta-para’’ döngüsünü tamamlamadan, üreticiden tüketiciye uzanan bir pazar zincirinde metalar paraya dönüşmek için sırada bekler. Talep devem ettikçe işler yolundadır. Krediler işlemekte, siparişler karşılanmakta ve piyasa genişlemektedir. Fakat belli bir süre sonra talep mekanizması  sekteye uğradığında (talep açığı), son perakendecinin elinde stok yığılmaya başlar ve bu perakendeci kredilerini vadesinde ödeyemeyince bu kez piyasanın daralma süreci aynı zincirin tersine işlemesiyle belli bir zaman sonra üretime yansır ve daralan bir piyasa, raflarda yığınla müşteri bekleyen mal görüntüsü ile krizin ilk belirtileri ortaya çıkmaya başlar.Böylece kredili sistem sınırlarına gelmiş ve bunalım başlamıştır. Marx bu döngüyü İngiltere’nin Hindistan ile ticari ilişkilerini analiz ederken förmüle etmiştir[57]: ‘’Vurgulanmak istenenz nokta şudur: Kredi sistemi öyle düzenlenmiştir ki düzgün işlemesinin metaların paraya çevrilmesinin  düzgün işlemesine bağlı oluşuna karşılık, bu çevrilmenin düzgün işlememesi durumunda paraya dönüştürülmesi gereken meta miktarı büyük ölçüde artar[58].. Piyasanın kredili dönmesinin temeli güvendir. Bu güveni sağlayan  satılan malın piyasa fiyatlarından çevrilebilmesidir. Eğer üreticiden nihai tüketiciye olan zincirde bir tıkanıklık varsa, borç kapatmada senetler ve vadeler kabul edilmez olur, nakit karşılığı mübadele edilmesi gereken mal miktarı  artar. Nakit ihtiyacı faizlerin yükselmesine, borçlanmanın maliyetini artmasına neden olarak kriz kendi kendini beslemeye ve güven bunalımı artmaya devam eder.

Tablo 1’de de görüldüğü üzere  sanayileşmiş 22 büyük ekonomide özellikle 1980-2000 arası toplam üretim artışı, işçi başına üretim artışı, fiziksel sermaye yatırımları artışı ve üretkenlikteki artış gerilemektedir. Oysa bu dönemde gerek üretim kapasitesi,gerekse verimlilik sağlayacak teknoloji potansiyel olarak oldukça artmıştır. Fakat ücretlerin rijitliği ve işten çıkarmaların sosyal politikalardan dolayı (Keynesyen dönemin mirası olan) zorluğundan dolayı üretkenlik ve işçi başına çıktıdaki artış düşmektedir.  Aynı zamanda bu dönemde,

Tablo 1: Sanayileşmiş 22 Ülkede Büyümenin Kaynakları
Dönemler
Çıktı Artışı (%)
İşçi Başına Çıktı Artışı (%)
Fiziki Sermaye Artışı (%)
Üretkenlik Artışı (%)
1960-70
5.2
3.9
1.3
2.2
1970-80
5.3
1.7
0.9
0.3
1980-90
2.9
1.8
0.7
0.9
1990-2000
2.5
1.5
0.8
0.5
Kaynak:Dani Rodrik, Growth Strategies, http//www.kgs.harvard.edu/rodrik.htm, Tablo1.

bahsedilen ülkelerde, yukarıda açıklanan çerçevede bir aşırı üretim krizi  çıkmamıştır. Bunun en önemli nedeni iletişim teknolojisindeki gelişmelerin yarattığı durumdur. Artık bu ekonomilerde üretimi büyük tekeller (Uluslarüstü Şirketler) kontrol etmekte ve iletişim teknolojisi, talebi anlık kontrol etme olanağı vermektedir. Dolayısıyla anarşik toplumsal üretim sınırlanmaktadır. Çünkü mevcut üretim miktarı da talepte yaklaşık bilinmektedir. Yani bilgi riski azaltmakta ve firmalar defakto bir planlamaya mecbur kalmaktadırlar. Üretimi emek meliyetini ve hammaddenin ücüz olduğu ülkelere kaydırarak kar oranlarını artırmaya çalışmaktadırlar.

Gelişmiş ülkelerde sermayenin üretime yönelmemesinden dolayı biriken fonlar gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelere yönelmektedir. Bunun yarattığı iki sonuç vardır. Birincisi, bu ekonomiler bu fonların çok küçük bir kısmını massedebilmekte olmasına rağmen, kredi sisteminin esnekliği ve dolayısıyla arz talep orantısızlığı hızla artmakta ve aşırı üretim bunalımları meydana gelmektedir. İkincisi,  bu ülkelerde üretim riskini almayan  (üretimi karsız bulan) fonlar, sıcak para şeklinde finans piyasalarına girerek ya hisse senetleri fiyatlarını aşırı yükselterek kar elde etme peşinde koşmakta yada yüksek faiz oranlarından yararlanarak azami kazanç elde etmeye çalışmaktadır.

Kar etmenin mekanizması P-M-P’ (para-meta-daha fazla para) olduğundan sıcak para sahipleri ellerindeki metayı (finansal aracı)  daha yüksek fiyattan sattığında tekrar alması için fiyatların düşmesi gerekir. Çünkü sonuçta elde edilecek kar o ekonomide reel kesimde üretilen artık-değerin bir kısmıdır. Finansal  araçlar hayali bir değerdir, bunlara her hangi bir artık-değer  eklenmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla finansal piyasaların özelliği –bir üretim devresine bağlı olmadıklarından- en kısa zamanda en yüksek getiriyi elde etmektir. Bunun için sıcak para reel kesimdeki tıkanmanın başında piyasayı terk etmektedir ve finansal araçların fiyatı onlar için en cazip olduğu (krizlerin dip noktasında) tekrar bu ekonomilere dönmektedir. Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç krizlerin dinamiklerinin değişmediği, sadece görünüşlerinin farklı olduğudur. Finansal krizlerin özelliği ise bir kriz ihracı olduğudur: gelişmiş kuzey ekonomilerinin istikrarsızlıklarını güney ülkelerine ihraç etmesi.





































SONUÇ



Finansal piyasalar özünde istikrarsızdır. Ve piyasa güçlerinin dizginleri serbest bırakılarak karşılanamayacak olan toplumsal ihtiyaçlar vardır. Fakat Neoliberal söylem, piyasaların kendi kendini  düzelttiği ve küreselleşmiş bir ekonominin, küresel uzlaşmaya ihtiyaç duymadan gelişebileceği yönünde bir inanış yaymaktadır.

Bretton Woods sisteminin çöküşünden bu yana sağlam bir uluslar arası değişim ölçüsü, yani evrensel geçerliliği olan sağlam bir paranın olmayışı ve kuralsız işleyen uluslarrası finansal sistem önemli bir istikrasızlık kaynağıdır.
 Finansal krizlerin genel biçimi,dolanım sürecinde meydana gelen bir kesinti ve bu kesintinin bütün toplumsal üretim dallarına yayılıncaya dek  büyümesi  şeklinde analiz edilebilir. Ancak bu sadece olgunun görünen yüzüdür. Gerçek İstikrarsızlık kaynağı kapitalist üretimin doğasında aranmalıdır. Bu, üretimin toplumsallığı ve üretim araçlarının bireysel mülkiyetine  dayanan üretim örgütlenmesinin zorunlu sonucudur. Piyasa döngüsü (para ve malların dolaşımı) krizlerin biçimlerini analiz için bir temel sağlasa da krizlerin nedenlerini açıklamakta yetersiz  kalır. Bu nedenlerin kapitalist  üretimin,  sürekli artan bir birikim olma zorunluluğundan kaynaklanan  sürekli genişleme  ve gelişme ihtiyacında aranmalıdır.
         Sermayenin organik bileşimindeki artış uzun vadede üretim yöntemleri ve teknolojiden kaynaklanan gelişmelerle  bütün ekonomiyi kapsadığı varsayılırsa, artı-değer oranı yada emeğin sermaye tarafından sömürülme yoğunluğu aynı kaldığı sürece, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye  karşı göreceli olarak büyümesi, zorunlu olarak, genel kar oranında tedricii bir düşmeye yol açar. Değişen sermayedeki nispi azalma ve değişmeyen sermayedeki nispi artış, ne miktarda olursa olsun, bu her iki kısımda mutlak büyüklük olarak artabilir ve bu da yalnızca, emeğin üretkenliğindeki artışın bir başka ifadesidir.
         Kapitalist üretim süreci, aynı zamanda bir birikim sürecidir. Ve kapitalistler için önemli olan sermayenin karlılık derecesidir. Kapitalistler kendi bakış  açılarından parayı, üretim araçlarına ve işçilere, kar etmek için yatırırlar. Yatırımlara oranla, karlarının miktarı  başarının kapitalist ölçütüdür. Bir başka deyişle  sermaye birikimini düzenleyen kar oranıdır.
         Paradoksun ortaya çıktığı yer de burasıdır. Birbirlerine karşı sürüp giden kavgalarında, bireysel sermayeler rakiplerine karşı bir üstünlük kazanmak için  sürekli olarak kendi maliyetlerini düşürmek zorundadırlar. Pazar mücadelesinde başarı açısından, birim maliyetleri düşürecek her şey  işe yarar. Fakat kapitalistler sürekli olarak bir başka savaşın da  içindedirler, emek sürecindeki üretim savaşı. Burada emeğin üretkenliğini artıran  ve böylece birim maliyetleri azaltan  temel araç olarak ortaya çıkan  makineleşmedir. Dolayısıyla emeğin toplumsal üretkenliğinin  artırılmasının hakim kapitalist yöntemi sabit sermayedeki artıştan geçmektedir. Artan makineleşme sermayenin organik  bileşiminin artması demektir. Bu da kar oranlarının düşmesine nenden olur. Böylece kar oranı sıfır bir tabanla sürekli alçalan bir  tavan arasında sıkışır. Bu sıkışma bunalımlara neden olur daha üretken olan sermaye büyürken, diğerleri piyasayı terk eder.

Kar kitlesi, kar oranındaki küçülmeye karşın, yatırılan sermaye ile birlikte büyür. Ne var ki, bu aynı zamanda sermayede  bir yoğunlaşmayı gerektirir, çünkü böyle bir durumda üretim koşulları  daha büyük ölçekte sermaye kullanılmasını zorunlu kılar. Gene bu sermayede bir yoğunlaşmayı, yani küçük sermayenin büyükler tarafından yutulmasını gerektirir. Bu  döngüsel olarak aşırı üretim bunalımları şeklinde tezahür eder ve büyük üretim ve istihdam kayıplarına, bunalımlara yol açar.

Sonuç olarak kapitalist sistem özünde istikrarsızdır. Sermaye birikiminin doğasındaki çelişkiler, kaçınılmaz olarak  krizleri yaratır. Günümüzde sistemin gelişmiş bir merkez ve ona bağımlı çevre ülkelerden oluşan bir bütün şeklinde şekillenmesi (Kuzey-Güney Kutuplaşması) çevre ülkelerin krizlere daha fazla maruz kalmasına ve daha fazla zarar görmesine neden olmaktadır. Yaşanan finansal krizler ise Kuzey ekonomilerinin çelişkilerini Güneye ihraç etmesinin sonucudur.

KAYNAKÇA


·        ALBERTİNİ, J.M. : Azgelişmişliğin Mekanizması, May yayınları, İstanbul 1974.
·        ALPAR, Cem; ONGUN Tuba, Dünya Ekonomisi ve Uluslararası Ekonomik Kuruluşlar: AGÜ’ler Yönünden Değerlendirme, Türkiye Ekonomi Kurumu, Yayın No. 1985-3, Ankara 1985
·        BAŞKAYA,Fikret : Azgelişmişliğin Sürekliliği, imge Kitabevi, Ankara 1991.
·        BAŞKAYA, Fikret, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü, İmge Yayınları, Ankara 1994.
·        BARAN, Paul A.: Büyümenin Ekonomi Politiği, May Yayınları,İstanbul 1975i
·        DE BRUNHOFF Ve Diğerleri : Dünya Kapitalizminin Bunalımı (Derleme),Alan Yayıncılık, İstanbul 1988.
·        DEMİRER, Temel, Gericilik Döneminde Dünya ve Türkiye, Sorun Yayınları, İstanbul 1993.
·        DOBB,Maurice : Kapitalizmin Dünü Bugünü, İletişim Yayınları,İstanbul 1985.
·        EATWELL, John, ‘’International Capital Liberalisation: The Impact on World Development’’, CEPA (Center for Economic Policy Analysis) Working Paper Series Nı:1, http//www.newschool.edu/cepa (Erişim:13.12.2004)
·        FOLKER,Fröbel ve Diğerleri: Dünya Ekonomisi,Bunalım Ve Siyasal Yapılar,Belge Yayınları, İstanbul 1983.
·        GALBRAİTH, John  Kenneth : Ekonomi Kimden Yana, Altın Kitaplar, 2.Basım, İstanbul 1990.
·        GALBRAİTH, John  Kenneth : Kuşku Çağı, Altın Kitaplar, 2.Basım, İstanbul 1989.
·        GİPLİN, Robert, The Political Economy of International Relations, Princeton University Press,  New Jersey 1987.
·        GRAY, John : Sahte Şafak, Om Yayınevi, Birinci Baskı, İstanbul 1999
·        HİLFERDİNG,Rudolf: Finans Kapital, Belge Yayınları,İstanbul 1995.
·        KEYNES,John Maynard : İstihdam Faiz Ve Para Genel Teorisi, Minnetoğlu Yayınları,İstanbul 1980.
·        KİNDLEBERGER,P.Charles: World İn Depression 1929-1939, University Of California Press, Berkeley
·        KRUGER, Anna G. : Conflicting Demands On The International Monetary Fund, American Ecenomic Review, May 2000
·        KRUGMAN,Paul : Bunalım Ekonomisinin Geri Dönüşü, Literatür Yayınları,2.Basım,istanbul 2001.
·        LUXEMBURG,Rosa : Sermaye Birikimi, Alan Yayıncılık, İstanbul.
·        EDWARDS,Sebastian, ‘’Exchange Rate Regimes, Capital Flows  And Crisis Prevention’’,  National Bureau Of Economic Research Working Paper  No: 8529, http//www.nber.org/papers/w8529
·        EĞİLMEZ, Mahfi, IMF, Dünya Bankası ve Türkiye, Finans Dünyası Yayınları, No.2, 1996
·        MANDEL,Ernest; FRANK, Andre Gunder : Ekonomik Kriz Ve Azgelişmiş Ülkeler,Yazın Yayıncılık, İstanbul 1985.
·        MARX, Karl : Kapital,Cilt I-II-III, Sol Yayınları,5. Baskı,Ankara 1997
·        MARX, Karl : Ekonomi Politiğin Eleştrisine Katkı, Sol Yayınları,4.. Baskı,Ankara 1979.
·        MARX, Karl : Grundrisse, Birikim yayınları,1. Baskı,İstanbul 1979.
·        O’CONNOR,James : Birikim Bunalımı, Belge Yayınları, İstanbul 1995.
·        PARTANT,François : Kalkınmanın Sonu, Birey Ve Toplum Yayınları,Ankara 1985.
·        PAYER, Cherl, The Debt Trap: IMF and The Third World, Penguin Books, Middlesex 1974.
·        POLANYİ, Karl : Büyük Dönüşüm, İletişim Yayıncılık, İkinci Baskı, İstanbul  2002
·        RODRİK,Dani, Growth Strategies, http//www.kgs.harvard.edu/rodrik.htm, (Erişim 21.12.2004)
·        ROBINSON,Joan:İktisadiFelsefe,Çev.Mehmet Tomanbay, Verso Yay.,İstanbul
·        ROWTHORN, Bob : Kapitalizm,Çelişki ve Enflasyon, Birey Ve Toplum Yayınları, Ankara 1985
·        SALAMA,Pierre : Azgelişmenin İktisadı, Belge Yayınları,İstanbul.
·        SAVAŞ,Vural: Politik İktisat, Beta Basım Yayın, 4.Baskı,İstanbul 2000
·        SAVAŞ, Vural: İktisadın Tarihi, Liberal Düşünce Topluluğu, Avcıol Matbaacılık, İstanbul 1997
·        SELİK,Mehmet : Ekonomi Doktrinleri tarihi, Gerçek Yayınevi,4. baskı,İstanbul 1988
·        STEWART,Micheal : Keynes Devrimi, Minnetoğlu Yayınları,İstanbul 1980.
·        SWEEZY,BARAN,MAGDOFF: Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1975.
·        SWEEZY, Paul m. : The Theory Of Capitalist Development, Modern Reader Paperback, 11. Baskı, New York 1970
·        SOROS, George: The Crisis Of  Global Capitalism, Public Affairs, New York 1998
·        SOYAK, Alkan, Teknolojik Gelişme ve Özelleştirme: Telekomünikasyon Sektörü Üzerine Bir Deneme, Kavram Yayınları, İstanbul 1996.
·        TEKELİ,İlhan Ve Diğerleri: Türkiye’de Ve Dünyada Yaşanan Ekonomik Bunalım, Yurt yayınları,Ankara 1984.
·        TOPRAK, Metin : Küreselleşme Ve Kriz,Siyasal Kitabevi, Ankara 2001
·        THUROW, Lester C. : Sıfıra Sıfır Toplumu, Altın Kitaplar, İstanbul 1989.
·        THUROW, Lester C. : Kıran Kırana, Afa Yayınları, İstanbul 1994.
·        WALLERSTEIN, Immanuel : Tarihsel Kapitalizm,Metis Yayınaları, Üçüncü Baskı,İstanbul 2002
·        WALLERSTEIN, Immanuel : Bildiğimiz Dünyanın Sonu,Metis Yayınaları, Birinci Baskı,İstanbul 2000.
·        WALLERSTEIN, I.;ARRİGHİ, G.;FRANK A.G.;AMİN S.: Genel Bunalımın Dinamikler,Belge Yayınları, Birinci Baskı,İstanbul 1984.
·        YAY,Turan Vd. : Küreselleşme Sürecinde Finansal Krizler ve Finansal Düzenlemeler, İTO Yayınları
·        YELDAN, Erinç, ‘’Neoliberal Küreslleşme İdeolojisinin kalkınma Söylemi Üzerine Değerlendirmeler’’,  http//www.bilkent.edu.tr/yeldane.htm.



EK 1: Bölgelere Göre Ekonomik Büyümenin Kaynakları, 1960-2000

(Kaynak: Dani Rodrik, Growth Strategies, ttp//www.kgs.harvard.edu/rodrik.htm, Tablo1)




[1] Bernard Rosier, İktisadi Kriz Kuramları, İletişim Yayınları, 1991, ss.58-62.
[2] Cherl Payer, The Debt Trap: IMF and The Third World, Middlesex: Penguin Books, 1974, s.22.
[3] Fikret Başkaya, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü, İmge Yayınları,Ankara 1994, ss.72-79.
[4][5] Payer, a.g.e., s. 25-26.
[5]Dünya Bankası faaliyete geçtiği dönemden 1994 yılına kadar 140 ülkede yaklaşık 5000 projeye destek vermiş ve 300 milyar dolardan daha fazla kaynak sağlamıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz; Sven Sandrom, “Poverty Reduction: Learning the Lessons of Experience, Finance and Development, Vol.31, No.3, September, 1994, s.30. 
[6] Cem Alpar, Tuba Ongun, Dünya Ekonomisi ve Uluslararası Ekonomik Kuruluşlar: AGÜ’ler Yönünden Değerlendirme,  Türkiye Ekonomi Kurumu Yayın No: 1985/3, Ankara 1985, s.104-114.
[7] Sven Sandrom, “Poverty Reduction: Learning the Lessons of Experience’’, Finance and Development, Vol.31, No.3, September, 1994, ss.30-31.
[8]  Payer, a.g.e, s.33.
[9]  Jannik Lindbaek ve J.F.Rischard, “Agility in New World Economy’’, Finance and Development, Vol.31, No.3, 1994, ss.34-35.
[10] IMF üyesi ülkelerin kuruluştaki oy gücü, bu ülkelerin kuruluşta alınan kararlar ve uygulamalardaki etkenliğinin en temel kriteridir. Kota miktarından bağımsız olarak her ülkenin 250 oyluk sabit bir oy sayısı olmasına rağmen, asıl oy gücünü etkileyen değişken oy sayısı, ülkelerin kuruluştaki kotalarına göre belirlenir. Buna göre toplam kota içindeki paylar açısından; ABD %18.3, Japonya %5.7, Almanya %5.7, Fransa %5.1 gibi oranlara sahip olup, gelişmiş 11 ülkenin toplam kota içindeki payları %60’ları bulmaktadır. Azgelişmiş ülkelerin payları ise çok düşük oranlarda kalmaktadır. Örneğin Türkiye’nin payı %0.4’tür. Ayrıntılı bilgi için bkz, Mahfi Eğilmez, IMF, Dünya Bankası ve Türkiye, Finans Dünyası Yayınları, No.2, 1996, ss.28-32.
[11] Robert Gilpin, The Political Economy of International Relations, Princeton University Press, New Jersey 1987.
[12] 1980 ve 90’larda verimliliğe potansiyel etkileri açısından en fazla yayılan ve dışsallıkları olan teknolojiler enformasyon ve telekomünikasyon teknolojileridir. Bu hızlı değişimin temelinde büyük ölçekli elektronik devrelerde ortaya çıkan sürekli gelişmeler ve bunun olanak sağladığı maliyet düşüşleri yatmaktadır.  Ayrıntılı bilgi için bkz; Alkan Soyak, Teknolojik Gelişme ve Özelleştirme: Telekomünikasyon Sektörü Üzerine Bir Deneme, Kavram Yayınları, İstanbul 1996, ss. 71-73.
[13] Cengiz Bahçekapılı, “Küreselleşme Bölgeselleşmeyi Geride Bıraktı”, İktisat Dergisi, Yıl.30, Sayı 350, Temmuz, 1994, ss.66-71.
[14] Ekonomik kurallara göre hareket etmeyen yüzer gezer para miktarını niteleyen Petro-para  miktarı, 1990’larda ekonomik kurallara göre dolaşan paranın 10 katına çıkmış, 2 trilyon doları bulmuştur. Yalnızca ABD ile Japonya arasında günlük spekülatif eğilimlere göre bir yandan diğer yana akan 200 milyon dolar değerinde petro-para vardır. Ayrıntılı bilgi için bkz; Temel Demirer, Gericilik Döneminde Dünya ve Türkiye, Sorun Yayınları, İstanbul 1993, ss.47-49.
[15] Orhan Hançerlioğlu, Ekonomi Sözlüğü, Remzi Kitabevi, Altıncı baskı, İstanbul 1986, s. 39.
[16] Milliyet Ekonomi Ansiklopedisi, Milliyet Gazetesi Yayınları,İstanbul 1991,s.40.
[17]Immanuel Wallerstein, Tarihsel Kapitalizm,Metis Yayınaları, Üçüncü Baskı, İstanbul 2002, s.16.

[18] Anwar Shaik, ‘’Bunalım Kuramlarının TarihineGiriş’’, Dünya Kapitalizminin Bunalımı (Derleme),Alan Yayıncılık, İstanbul 1988, ss. 131-133.

[19] Anwar Shaik, a.g.m., ss. 134-135.
[20] Anwar Shaik, a.g.m., s. 138.
[21] Anwar Shaik, a.g.m., ss. 141-142.
[22] Daha Ayrıntılı bilgi için bkz; Rosa Luxemburg , Sermaye Birikimi, Alan Yayıncılık, İstanbul
[23] Paul M. Sweezy, The Theory Of Capitalist Development, Modern Reader Paperback, 11. Baskı, New York 1970, s.183.

[24] Anwar Shaik, a.g.m., s. 149.
[25] Eric Olin Wright, ‘’Marksist Birikim Ve Bunalım Teorisinde Almaşık Perspektifler’’,Dünya Kapitalizminin Bunalımı (Derleme),Alan Yayıncılık, İstanbul 1988, s. 202.

[26] James O’Connor , Birikim Bunalımı, Belge Yayınları, İstanbul 1995
[27] Bob Rowthorn, Kapitalizm,Çelişki ve Enflasyon, Birey Ve Toplum Yayınları, Ankara 1985. s.107.

[28] Eric Olin Wright, a.g.m., s. 204.
[29] Eric Olin Wright, a.g.m., ss. 205-206.
[30] Eric Olin Wright, a.g.m., s. 206.
[31] ‘’Kar Oranlarının Azalışı Kuramı‘’ bir sonraki bölümde (2.4) açıklanacaktır.
[32] Paul Bullock, David Yaffe, ‘’Enflasyon Bunalım Ve Savaş Sonrası Genişleme’’, Dünya Kapitalizminin Bunalımı (Derleme),Alan Yayıncılık, İstanbul 1988, ss 276-277.

[33] Bullock ve Yaffe,  a.g.m., ss. 278-279.
[34] Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt , Sol Yayınları,5. Baskı,Ankara 1997, ss. 584-585.

[35] Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, a.g.e., s. 297.
[36] Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, a.g.e., s. 306.
[37] Anwar Shaik, a.g.m., s. 154.
[38] Karl Marx, Kapital,Üçüncü Cilt , Sol Yayınları,5. Baskı,Ankara 1997, ss.188-192.
[39] Karl Marx, Kapital,Üçüncü Cilt, s. 194.
[40] Anwar Shaik, a.g.m., s. 155.

[41] Anwar Shaik, a.g.m., s. 157.

[42] Anwar Shaik, a.g.m., s. 158.

[43] Eric Olin Wright, a.g.m., ss. 214-215.
[44]Turan Yay  ve diğerleri, Küreselleşme Sürecinde Finansal Krizler ve Finansal Düzenlemeler, İstanbul:İTO Yayınları, 2001, ss.15-20.

[45] Turan Yay  ve diğerleri, a.g.e., s. 18.
[46] Anna G. Kruger, Conflicting Demands On The International Monetary Fund, American Ecenomic Review, May 2000, s. 39.

[47] Turan Yay  ve diğerleri, a.g.e., ss. 20-21.
[48] Sebastian Edwards, ‘’Exchange Rate Regimes, Capital Flows  And Crisis Prevention’’,  National Bureau Of Economic Research Working Paper  No: 8529, http//www.nber.org/papers/w8529
[49] Erinç Yeldan, ‘’Neoliberal Küreslleşme İdeolojisinin kalkınma Söylemi Üzerine Değerlendirmeler’’,  http//www.bilkent.edu.tr/yeldane.htm,  s.6.
[50] John Eatwell, ‘’International Capital Liberalisation: The Impact on World Development’’, CEPA (Center for Economic Policy Analysis) Working Paper Series Nı:1, http//www.newschool.edu/cepa
[51] Erinç Yeldan, a.g.m., ss. 6-8.
[52] Büyüme, verimlilik artışı ve diğer göstergeler için bkz. (EK 1).
[53] M. Kemal Aydın, ‘’Ulusal kalkınmacılıktan Küreselleşmeye’’ , Bilgi (Sakarya Üniversitesi, SBE Dergisi), Sayı 1, ss.1-23.
[54] John Eatwell, ‘’International Capital Liberalisation: The Impact on World Development’’, a.g.m., ss. 9-10.
[55] John Eatwell, ‘’International Capital Liberalisation: The Impact on World Development’’, a.g.m., s. 10.
[56] Turan Yay  ve diğerleri, a.g.e., s. 18.
[57] Karl Marx, Kapital,İkinci Cilt ss. 285-286),Üçüncü Cilt ss.266-276 , Sol Yayınları,5. Baskı,Ankara 1997.
[58] H. Eegas ve D. Fishman, Dünya Kapitalizminin Bunalımı (Derleme),Alan Yayıncılık, İstanbul 1988, s 293.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder