Yrd. Doç. Dr. İsmail ŞİRİNER
Kocaeli Ün. İİBF. İktisat Böl
Yılmaz DOĞRU
Kocaeli Ün. SBE, İktisat Böl.
Doktora Öğrencisi
TÜRKİYE’DE BÜYÜMENİN EKONOMİ
POLİTİĞİ:
BÜYÜME
POLİTİKALARININ TEORİK TEMELLERİ VE TÜRKİYE EKONOMİSİ’NİN BÜYÜME DİNAMİKLERİ
ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
“Bütün
teoriler gerçekçi olmayan varsayımlara dayanır. Onları teori yapanda budur.
Başarılı teorileştirme sanatı, nihai sonuçların çok hassas olmadığı kaçınılmaz
basitleştirilmiş varsayımlar yapmaktır. Kritik bir varsayım sonuçların ona
hassas olarak bağlandığı varsayımdır ve kritik varsayımın mantıksal olarak
gerçekçi olması önemlidir. Teorinin sonuçlarının özel kritik varsayımdan
özellikle uzaklaştığı görülürse, varsayım belirsiz (güvenilmez), sonuçlar
kuşkuludur[1]”.
Robert
M. SOLOW
GİRİŞ
İktisat
biliminin bir alt disiplini ve esas konusu faktör birikiminin ve üretkenlikteki
artışın ekonomik nedenlerinin belirlenmesi, modellenmesi ve bunlardan iktisat
politikası sonuç ve önerilerinin türetilmesi olan büyüme iktisadı 1970’li
yılların başında kaybettiği ilgiyi tekrar kazanarak toplumların ve
iktisatçıların gündemini işgal etmeye devam etmektedir. Özellikle 1980’li
yılların ortalarından itibaren iktisadi büyüme üzerine araştırmalarda yeni bir
çıkışa tanık olunmaktadır.Bu alanda öncü çalışmalar Paul Romer (1986) ve Robert
Lucas (1988) tarafından yapılmıştır. Bu araştırmalarda hareket noktası uzun dönemli
ekonomik büyümenin belirleyicileri olan temel etmenlerin neler olduğunun analiz
edilmesidir.
Dünya
ekonomisi ile birlikte Türkiye ekonomisi de büyümenin altın çağı (Keynesyen
Altın Çağ) olarak anılan 1946-1973 döneminde gerçekleşen büyümenin altında ve
giderek daha da azalan bir büyüme seyri izlemektedir. Türkiye özelinde büyüme
olgusuna bakıldığında, özellikle 1980’li yıllardan sonra dışa açık büyüme
modeli olarak adlandırılan ve temel stratejisi ihracata dayalı büyüme olan bir
iktisat politikası ile ithal ikameci politikalar terk edilerek yeni bir yola
girilmiştir. Bu süreçte büyüme hızının
azalması yanında oldukça volatil bir büyüme temposu gerçekleşmiştir. Ekonominin
istikrarlı bir büyüme gösterememesi, sık sık ekonomik bunalımlarla sekteye uğrayan
büyüme süreci, uzun vadeli büyüme için gerekli olan sermaye birikimi ve
derinleşmesinin -sermayenin
merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının- önündeki en önemli engeldir. Bundan dolayı
ekonomik büyümenin belirleyicilerinin araştırılması konjonktüre karşı izlenen
para ve maliye politikalarından çok daha önemli olmaktadır.
Bu
çalışmada amaç, Keynesyen ve Neoklasik Büyüme Modellerinin teorik temellerini
incelemek[2] ve bu çerçevede Türkiye
Ekonomisi’nin yakın dönem (1980-2003) büyüme
dinamiklerinin genel bir değerlendirmesini yapabilmektir.
Büyüme Teorilerinin Tarihsel Gelişimi
Kronolojik
olarak modern büyüme teorisinin hareket noktasını Ramsey’in (1928) klasik
makalesi[3] oluşturmaktadır. Mikro
ekonomik bazda, hane halklarının zaman içinde tüketim fonksiyonlarından hareket
ederek büyüme teorisine yaklaşan Ramsey[4] hane halkının
opitimizasyon davranışı analizini büyüme teorisi çerçevesinde irdelemiştir.
Ramsey’in zamanlar arası fayda fonksiyonu büyüme yazınında, Cobb-Douglas üretim
fonksiyonu ile ilişkilendirilerek göz önüne alınmaktadır. Bununla birlikte Ramsey’in
yaklaşımı 1960’lara kadar iktisatçılar tarafından fazlaca ön plana
çıkarılmamıştır[5]. Ramsey’e
göre, sınırsız zaman boyutunda yaşayan hane halkı tasarruflarını kuşaklar arası
tüketim ve tasarruf kararlarına dayalı
olarak, dönemler arası tercih fonksiyonuna göre yapmaktadır. Yani ekonomik
birimler davranışlarını birbirini takip eden dönemler boyunca ulaşılan
tatminlerin bir fonksiyonu olarak aldıkları kararlarla biçimlendirmektedirler.
Sosyal refah toplumdaki insanların faydalarının toplamıdır. Şimdiki kuşaklar
gelirlerinin tamamını tüketirlerse, yani hiç tasarruf yapmazlarsa gelecek
kuşaklar için gelir üretecek bir sermaye kalmaz. Keynesyen
ve Neoklasik büyüme modelleri ise şu soruya açıklık getirmek üzere açılımlarda
bulunmaktadırlar: Toplumlar mutluluğu en kısa yoldan nasıl yakalarlar? Tüketimi
azaltarak ve daha çok sermaye üreterek. Ne kadar çok biriktirilirse toplum o
kadar kısa zamanda mutluluğa ulaşır. Ancak bu kendi tüketimlerinden fedakarlık
eden, ilk kuşaklar için adaletsiz bir durumdur. İlk kuşaklar fedakarlık ederek
kayba uğrarlar[6]..Ramsey’in
esas problemi bugünkü tüketimden sağlanan fayda ile bugün tüketmekten
vazgeçerek gelecekte elde edilecek tatmini dengelemektir.
Keynesyen Büyüme Modeli
(Harrod - Domar Modeli)
Harrod (1939)
ve Domar (1946) tarafından ayrı ayrı geliştirilen ve aralarında çok az
farklılık olduğu için Harrod-Domar Modeli olarak bilinen bu model büyüme
iktisadının kökenini oluşturmaktadır. Harrod-Domar Modeli Keynesyen anlamda
yatırımların talep ve kapasite yaratma yönlerinin bir arada ele alınmasından
doğmuştur.
Keynes’in
genel teorideki analizi her ne kadar kısa dönem dengesi sorunlarına yönelmekte
ise de, aynı zamanda dinamik bir büyüme teorisinin önemli unsurlarını da
içermektedir. Bunlar, birikimin iki temel değişkeni olan yatırım ve
tasarruftur. Yatırımlar Keynes’te kısa dönem dengesinin nerede oluşacağını
belirleyen, gelirden bağımsız, talep yaratan bir harcamadır. Ancak yatırımların
bu niteliği yanında önemli bir özelliği daha vardır; üretim ve çıktı kapasitesi
yaratması. Yatırımlar üretim kapasitesine yapılan bir ilave olduğu için, sadece
talep yaratıcı rolü ile mevcut kapasitenin hangi ölçüde kullanılacağını
belirlememekte; aynı zamanda kapasite yaratma yönü ile üretim olanaklarını da
artırmaktadır[7].
Öte yandan her yıl aynı miktar yatırım yaparak dengeli büyümenin
sürdürülmesi olanaksızdır. t
dönemdeki tam istihdam gelirinin t+1
dönemdeki bütün üretimi kapsayacak hacimde bir satın alma gücünü temsil etmeyeceği
ortadadır. Dengeli büyümenin gerçekleşmesi için, gelirin ve yatırımların bir
dönemden diğerine artan bir seyir izlemesi gerekir, çünkü Harrod olgun
kapitalist ülkelerin, eninde sonunda sürekli deflasyon açığıyla karşılaşma
olasılığına işaret eder[8].
Harrod-Domar
modeline göre büyümenin temel sorunu; gelirin mevcut tasarrufları emmeye
yeterli bir yatırım artışına olanak verecek bir düzeye çıkıp çıkamayacağıdır.
Büyüme sürekli olarak net yatırımların yapılmasını gerektirir. Yatırımlar gelir
artışı tarafından yapıldığına göre, büyüme süreci içinde yatırımlar, çıktı
kapasitesinin ve çıktının artmasına, bu da yeni yatırımların yapılmasına yol
açmaktadır. Bu sürecin kesintisiz sürebilmesi için, yatırımın ortaya çıkardığı
çıktı artışının (arzın) talep tarafından emilmesi gerekmektedir. Yatırımların
sağladığı kapasite artışı, çoğaltan sonucunda ortaya çıkan talep ile
dengelendiği zaman, gelir ve talep bekleyişleri gerçekleşmiş; planlanan
miktardan ne fazlası ne eksiği üretilmiş ve satılmış olacağından bu süreç, arz-talep
ve yatırım-tasarruf dengesinin sağlandığı bir büyüme süreci olarak ortaya
çıkacaktır. Buna ilaveten işgücü piyasasında sürekli olarak arz-talep dengesi
sağlanıyorsa: istihdam, gelir düzeyi, işgücü arzı ve üretim kapasitesi gibi
makro-bütüncül değişkenler sürekli olarak belli ve sabit bir oranda artacak ve
ekonomi uzun dönem durağan durum dengesine oturarak sabit bir hızda
genişleyecektir. Bu koşullar altında uzun dönem dengesi bir büyüme dengesi
haline gelecek. Bu ideal bir denge durumudur. Ancak eylemde ekonominin dengeli
büyüme düzeyine ulaşma ve bunu sürdürmesi olanaksızdır. Çünkü mal ve işgücü
piyasasında aynı anda dengenin sağlanmasını gerektirecek herhangi bir sebep
yoktur. Yani Harrod, Keynes’in kısa dönemde veri üretim kapasitesinin ve veri
işgücünün tam istihdamını sağlayacak bir mekanizmanın var olmadığı yargısına,
uzun dönem tahlili açısından ulaşmaktadır; uzun dönemde tam istihdamda sürekli
ve dengeli büyümeyi sağlayacak bir mekanizma, kapitalizmde mevcut değildir[9].
Denge durumunda
piyasasının verdiği sinyaller doğru olduğu halde dengesizlik durumunda piyasa
sinyalleri, girişimcileri dengesizliği artırıcı davranışta bulunmaya
yöneltecektir. Dengenin gerektirdiğinden daha fazla yatırım yapıldığı zaman,
yani beklenen büyüme oranı denge büyüme oranını aştığı zaman, dönem sonunda
talep fazlası ortaya çıkmakta; talebin büyüme oranı çıktının büyüme oranını
aşmakta ve stoklar erimektedir. Talep çıktıdan büyük olduğu için, bu
girişimcileri gereği kadar yatırım yapmadıkları sonucuna ulaştıracak ve eriyen
stokları yenilemek ve talebi karşılamak için yatırımlar daha da artacaktır.
Yatırımlar zaten dengenin gerektirdiğinden fazla olduğu için bu artış, talebin
büyüme oranını, çıktının büyüme oranının daha da üzerine çıkaracak; ekonomi
giderek denge büyüme oranından uzaklaşacaktır. Talep fazlası başlangıçta
stoklardan karşılansa bile bunun giderek artması bu olanağı da ortadan
kaldıracağı için fiyatlar sürekli olarak artmaya başlayacak ve ekonomi
enflasyon sürecine girecektir[10]. Bu süreç içinde, her
dönem sonunda arz-talep dengesi, stok değişmeleriyle değil fiyat artışıyla
sağlanacaktır[11].
Denge büyüme oranının gerektirdiğinden az yatırım yapıldığında da süreç tersine
işleyecektir. Böylece, denge büyüme oranı bir tarafı enflasyon
diğer tarafı deflasyon uçurumu olan bir bıçak sırtı meydana getirmektedir.
Diğer bir deyimle, kapitalist sistemin dengede büyümesini sağlayacak bir oran
var ise de bu denge, karasız bir dengedir.
Harrod-Domar düşünce çizgisinin karakteristik ve güçlü
sonucu,uzun vadede bile ekonomik sistemde büyümenin en iyi şekilde bıçak
sırtında dengede olacağıdır. Anahtar parametrelerin büyüklüğü —yatırım oranı,
sermaye-hasıla oranı, işgücü artış oranı― ölü merkezden (denge noktasından) yavaşça
kayar, sonuç ya işsizliğin artması yada uzun süreli enflasyon olarak ortaya
çıkar[12]. Ancak
modelin ortaya koyduğu ölçüde bir kararsızlık, kapitalizmin tarihsel
gelişiminde gözlenmemektedir.
Neo-Klasik Büyüme
Teorisi
Neo-Klasik büyüme teorisi,
nüfus artışına ve teknolojik değişmeye tasarruf, yatırım ve ekonomik büyümenin
nasıl cevap verdiğini açıklamaktadır. Bu teori 1956’da birbirinden bağımsız
olarak ABD’li Solow ve Avusturyalı Swan tarafından geliştirilmiştir[13]. Tam istihdama ulaşmada gerekli dinamik koşulları araştıran
Neoklasik büyüme modelleri Cobb-Douglas tipi bir üretim fonksiyonu yardımıyla
uzun dönem durağan durum büyüme oranının dışsal teknolojik gelişmeler tarafından
belirleneceği ve teknolojik gelişme olmadığı sürece sıfır olacağı sonucuna
varmaktadır. Teknolojik gelişme ise rastlantısal bilimsel buluş ve yeniliklere
bağlıdır. Bunun yanında uzun dönemde tam istihdamın sürdürülmesi de yine modele
dışsal olan tasarruf oranı ve nüfus (işgücü) artış oranları tarafından
belirlenmektedir. Cass (1965) ve Koopmans (1969)’ın tasarruf oranını
içselleştiren yaklaşımları da temelde Solow tarafından varılan sonuçları
değiştirmemekte; temel sonuçlar aynı kalmaktadır[14].
Gerek
Solow gerekse diğer Neoklasik büyüme modellerinin varsaydığı uzun dönem durağan
durum büyüme oranın sıfıra yaklaşacağı ve ülkelerin uzun dönem reel büyüme
oranlarının birbirine yakınlaşacağı tezleri tarihsel veriler tarafından
doğrulanmamaktadır[15]. Bunun nedeni, modelde
teknoloji düzeylerinin ;diğer bir deyişle üretim teknolojilerinin bütün
ülkelerde aynı olduğu varsayımının yapılmasıdır.
Neoklasik
büyüme modelinin sorunları üç başlık altında toplanabilir[16]:
1.
Ülkelerarası
farklılıkların önemi: Kıt beşeri ve fiziksel sermaye stokları ile Az Gelişmiş
ve Gelişmekte Olan Ülkeler, Gelişmiş Ülkeleri yakalayamazlar. Ülkelerin faktör
donanımlarını; modelin öngördüğünün tersine farklı olması sermayenin marjinal
verimliliğinin de farklı olması sonucunu doğuracaktır.
2.
Yakınsama oranı:
Modele göre yoksul ülkelerin sermaye stoku küçük olduğundan sermayenin marjinal
getirisi daha yüksek olacak ve yoksul ülkeler daha kısa sürede durağan duruma
ulaşacaklardır. Oysa yapılan çalışmalar daha çok aynı gelişmişlik düzeyindeki toplumlarda
yakınsamanın gerçekleşebileceğini; fakir ülkelerin ise zenginlerle aralarındaki
gelir farklılıklarının iyice açılacağını göstermektedir[17].
3.
Getiri oranı: Modele
göre yoksul ülkelerin sermaye stoku küçük olduğundan sermayenin marjinal
getirisi daha yüksek olacak, buna bağlı olarak kar ve faiz oranı da yüksek
olacak ve zengin ülkelerden yoksul ülkelere sermaye akışı olacaktır. Fakat ülke
verileri sermayenin ulusal gelirdeki payının gelişmiş ekonomilerde daha yüksek
olduğunu ve bu sermaye hareketinin gerçekleşmediğini ortaya koymaktadır.
Bu üç
problemde de ortaya çıkan temel sorun sermayenin ulusal gelirdeki payının
önemli bir role sahip olduğudur. Çünkü sermayenin ulusal gelirdeki payı ne
kadar yüksek olursa ortalama çıktıdaki azalma o oranda yavaşlar.
Neoklasik
büyüme modellerinin geçerliliğini yitirmesinin en önemli nedenlerinden birisi
tam rekabet varsayımına dayanmasıdır[18]. 1950’li yılların
sonlarındaki ve 1960’lı yıllardaki Neoklasik büyüme teorileri bu modellerin
eksikliğini kabul etmekte ve teknolojik ilerlemenin dışsal olarak
belirlendiğini varsayarak bu boşluğu gidermektedir[19]. Bu değişkenin teoriye
eklenmesi uzun dönem pozitif bir büyüme oranı ile koşullu yakınsama
öngörülerini bağdaştırmaktadır. Fakat Teknik ilerlemenin Neo-Klasik çerçeveye
oturtulması güçtür. Çünkü teknik ilerlemeyle standart rekabet postulası
bağdaşmamaktadır. Teknolojik ilerleme yeni fikirlerin yaratılmasını içerir.
Yeni fikirlerin kısmen rakibi yoktur. Dolayısıyla yeni fikirler kamusal
malların bir yönüdür[20]. Verili bir üretim düzeyinde
üretim faktörlerinin birleşimi için ölçeğe göre sabit getiri geçerlidir. Fakat
yeni fikirlerin (buluşların-yeniliklerin) üretime katılması ile üretimi
marjinal maliyete eşitleyen eski üretim yöntemleri ticari değerini kaybederler.
Üretime katılan yenilikler sayesinde ekonomide ölçeğe göre sabit getiriden
ölçeğe göre artan getiriye geçilir. Bu geçiş sürecinde ise tam rekabet postulası
geçerliliğini yitirir. Eğer yenilikler sürekli olursa eksik rekabet de
süreklidir. Yenilikleri ilk kullananlar eski üretim yöntemini kullananlara
karşı bir rekabet avantajı kazanırlar.
Türkiye Ekonomisinde Büyüme Hızının
Gelişimi ve Büyümenin Kaynakları
Tarihsel
verilerin ışığında bakıldığında, apolitik birer analiz aracı olan büyüme
modelleri büyümenin dinamikleri konusunda fikir vermekle beraber büyüme
olgusunu ve dinamiklerini tek başına açıklayamayacakları görülmektedir. Bundan
dolayı büyüme olgusunun gerçekçi bir analizinin politik süreçlerden
soyutlanamayacağını belirtmek gerekmektedir.
Türkiye
ekonomisinde büyüme olgusu analiz edilirken, faydalı olabilecek bir diğer nokta
da; 1980 yılından itibaren dışa açık büyüme modeli olarak adlandırılan Neoliberal
ekonomi politikaları benimsenmesine rağmen planlama yaklaşımından tamamen vazgeçilmemiş
olmasıdır. Yine uzun vadeli stratejik plan, buna bağlı beş yıllık kalkınma
planları ve kalkınma planlarının uygulamasına yönelik olarak yıllık uygulama
programları yapılmaktadır. Burada planların amacı, yol gösterici olmak ve hükümetlere
yatırım ve harcamalarında doğru karar vermesi için fikir vermektir.
Tablo
1: Planlanan ve Gerçekleşen Büyüme Hızları
|
|||||||
1979-83
4. BYP
|
1984 Yıllık Plan
|
1985-89
5. BYP
|
1990-94
6. BYP
|
1995 Yıllık Plan
|
1996-2000
7. BYP
|
||
Tarım
|
Hedef
|
5,3
|
3,5
|
3,6
|
4,1
|
2,5
|
3,3
|
Gerçekleşme
|
0,3
|
0,5
|
0,8
|
1,6
|
0,2
|
1,7
|
|
Sanayi
|
Hedef
|
9,9
|
6,6
|
7,5
|
8,1
|
4,9
|
6,9
|
Gerçekleşme
|
2,4
|
9,9
|
6,5
|
3,8
|
12,1
|
4,0
|
|
Hizmetler
|
Hedef
|
8,5
|
4,5
|
6,5
|
6,7
|
4,3
|
6,0
|
Gerçekleşme
|
2,6
|
7,9
|
5,0
|
4,1
|
6,3
|
4,5
|
|
GSMH (Piy.Fiy.ile)
|
Hedef
|
8,0
|
6,1
|
6,3
|
7,0
|
4,4
|
6,3
|
Gerçekleşme
|
1,7
|
7,1
|
4,7
|
3,5
|
8,0
|
3,8
|
|
Kaynak: DPT; Ekonomik Ve
Sosyal Göstergeler 1950-2001 http://www.dpt.org.tr,
8.11.2003
|
Türkiye’de
ekonomik büyümeyi anlamak açısından planlarda öngörülenler ile gerçekleşenleri karşılaştırmak yararlı olacaktır. Bu açıdan hazırlanan
Tablo 1 beş yıllık kalkınma planları hakkında bir fikir vermektedir. Tablo 1’de
görüldüğü gibi, 1995 yılında, beş yıllık kalkınma planının hazırlanmasında
problem yaşandığından yıllık program hazırlanmıştır. 1995 yıllık programı 1994
ekonomik krizinin ardından uygulamaya konulduğundan tarım sektörü hariç, diğer
sektörlerde program hedefleri geçilmiştir. Bunun dışında bütün dönemlerde
hedeflenenin altında sektörel büyümeler gerçekleşmiştir. Ayrıca Tablo 2’de de
görüldüğü gibi özellikle 1980 yılından bu yana Türkiye ekonomisi büyüme eğilimi
açısından oldukça volatil bir seyir izlemektedir.
Tablo
2: Gayri Safi Milli Hasıla
|
||||
YILLAR
|
MİLLYAR TL.
|
CARİ FİYATLARLA (MİLYAR $)
|
%DEĞİŞİM
(1987 FİYAT.)
|
|
CARİ FİY.
|
1987 FİY.
|
|||
1980
|
5.303
|
50.870
|
69,749
|
-2,8
|
1981
|
8.023
|
53.317
|
72,775
|
4,8
|
1982
|
10.612
|
54.963
|
65,937
|
3,1
|
1983
|
13.933
|
57.279
|
62,193
|
4,2
|
1984
|
22.168
|
61.350
|
60,759
|
7,1
|
1985
|
35.350
|
63.989
|
68,199
|
4,3
|
1986
|
51.185
|
68.315
|
76,464
|
6,8
|
1987
|
75.019
|
75.019
|
87.734
|
9.8
|
1988
|
129.175
|
76.108
|
90,975
|
11,4
|
1989
|
230.370
|
77.347
|
108,679
|
1,6
|
1990
|
397.178
|
84.592
|
152,393
|
9,4
|
1991
|
634.393
|
84.887
|
152,352
|
0,3
|
1992
|
1.103.605
|
90.323
|
160,748
|
6,4
|
1993
|
1.997.323
|
97.677
|
181,994
|
8,1
|
1994
|
3.887.903
|
91.733
|
131,137
|
-6,1
|
1995
|
7.854.887
|
99.028
|
171,979
|
8,0
|
1996
|
14.978.067
|
106.080
|
184,724
|
7,1
|
1997
|
29.393.262
|
114.874
|
194,360
|
8,3
|
1998
|
53.518.332
|
119.303
|
205,978
|
3,9
|
1999
|
78.282.967
|
112.044
|
187,664
|
-6,1
|
2000
|
125.596.129
|
119.144
|
201,484
|
6,3
|
2001
|
176.483.953
|
107.783
|
147,062
|
-9,4
|
2002
|
275.032.366
|
116.338
|
182,794
|
7,8
|
2003
|
356.680.888
|
123.165
|
238,533
|
5,9
|
2004*
|
174.175.957
|
59.692.977
|
124.084
|
13.5
|
* İlk altı aylık verilerdir. Kaynak:
DPT, Ekonomik Ve Sosyal Göstergeler
1950-2003, http://www.ekutup.dpt.gov.tr,
2004 Verileri, DPT, http://www.die.gov.tr/TURKISH/SONIST/GSMH/100904.xls.
30/10/2004
|
Ekonomik
büyüme oranı, farklı ekonomilerin performanslarını karşılaştırmada kullanılan
temel kriterlerden birisidir. Kayıtların iyi tutulduğu bir ekonomide yıllık
olarak hesaplanan büyüme oranı ekonominin mal ve hizmet üretme yeteneğinin
nasıl bir seyir izlediğini ortaya koymaktadır. Bir toplumun varlığını devam
ettirebilmek için gerekli mal ve hizmetleri ne düzeyde üretebildiği ve bu
üretimi ne oranda sürekli kılabildiği, en sağlıklı biçimde büyüme rakamlarından
izlenebilir. Aslında yıllık mal ve hizmet üretimindeki artış brüt bir orandır.
Ekonominin gerçek performansını görebilmek için ülke nüfusundaki değişme de
hesaba katılmalıdır. Bir ekonominin mal ve hizmet üretiminin artış oranı ile
ülkedeki nüfus artış oranı arasındaki fark net kişi başına büyüme oranını verir
Türkiye
ekonomisinin uzun dönem büyümesine ait 1987 yılı fiyatlarıyla hesaplanmış
büyüme oranları ve kişi başına yıllık reel GSMH artış oranları Tablo 3’de
görülmektedir. Tablodan da görüldüğü gibi 1980 ve sonrasında gerek GSMH büyüme
hızı gerekse kişi başına reel GSMH büyüme hızı giderek düşmektedir. Dolayısıyla
1973 Dünya Petrol Bunalımı ve Keynesyen Kamu Politikalarının tıkanmasıyla ortaya
çıkan duruma paralel olarak Türkiye ekonomisi de dünya ekonomisindeki genel
trende uygun davranmaktadır. Tablo 3’de 1923-2002 dönemini kapsayan yaklaşık 80
yıllık dönemde Türkiye’nin önemli bir GSMH büyümesi göstermesine rağmen kişi
başına büyüme hızının bunun oldukça altında kalmasının nedeni nüfus artış
hızının büyümeyi olumsuz etkileyen sonucudur[21].
Tablo
3: Türkiye Ekonomisini Uzun Dönem Büyüme Performansı
|
||
DÖNEM
|
BÜYÜME
HIZI (%)
|
KİŞİ
BAŞINA BÜYÜME HIZI (%)
|
1923-2002
|
4,9
|
2,7
|
1923-1979
|
5,5
|
3,1
|
1923-1949
|
5,1
|
3,2
|
1950-1979
|
5,8
|
3,1
|
1980-2002
|
3,7
|
1,6
|
1980-1989
|
4,0
|
1,7
|
1990-2002
|
3,4
|
1,5
|
Kaynak:
Türkiye Ekonomi Kurumu, Tartışma Metni,
2003/5 (Büyüme Stratejileri), Http://www.tek.org.tr, 23.02,2004.
|
Yatırımlar ve Fiyat İstikrarı
GSYİH
rakamlarının orta ve uzun dönem büyümesi için bir anlam ifade edebilmesi
yatırımların sektörel dağılımı ve dönemsel artış oranlarının bilinmesini
gerektir. Çünkü sermaye birikimi, teknolojik gelişme ve istihdam artışı
ekonomik büyümenin temel belirleyicileridir. İstihdam artışının önemli ölçüde
yatırımlara bağlı olması teknolojik gelişme ve sermaye birikimi faktörlerini
ekonomik büyümenin kritik unsurları haline getirmektedir[22]. Tablo 4’de Türkiye’nin
1963-2000 **** dönemine ait sektörel yatırım dağılımı ve yatırımların sektörler
itibariyle artış oranları verilmiştir. Tarımsal yatırımların göreceli olarak
azalması büyüme açısından olumlu olarak yorumlanabilecek bir gelişme olmasına
rağmen sanayi yatırımlarında 1983 sonrası yaşanan sürekli azalma büyümeyi
olumsuz etkilemektedir. Yatırım artış oranlarındaki bu azalışın önemli
nedenleri, kamu açıkları dolayısıyla KİT’lere gerekli yatırımların ve teknoloji
yenilemelerinin yapılmaması, fiyat istikrarsızlığının (yüksek enflasyonun) özel
sektör sanayi yatırımlarını engellemesi ve ithalatta kontrolün gevşetilmesinin
olumsuz etkileridir.
Tablo 4:
Yatırımların Sektörel Dağılımı (%)
|
||||||||
Sektörler
|
1963-67
|
1968-72
|
1973-77
|
1979-83
|
1985-89
|
1990-94
|
1996-2000
|
2001-2003*
|
Tarım
|
11,2
|
8,7
|
8,3
|
7,7
|
6,1
|
4,9
|
5,0
|
4,4
|
Sanayi
|
38,5
|
42,4
|
45,8
|
46,1
|
30,5
|
25,6
|
25,7
|
29,4
|
Hizmetler
|
50,2
|
48,8
|
46,0
|
46,2
|
63,3
|
69,5
|
69,3
|
66,2
|
Ana Sektörlerde
Yatırım Artış Oranları (%)
|
||||||||
Tarım
|
14,5
|
2,0
|
16,0
|
1,2
|
-2,0
|
-1,0
|
-0,4
|
-0,8
|
Sanayi
|
10,9
|
13,9
|
13,2
|
-4,5
|
-0,6
|
3,1
|
4,8
|
3,2
|
Hizmetleri
|
7,5
|
8,9
|
11,3
|
-4,2
|
15,5
|
6,4
|
4,6
|
1,2
|
Kaynak Şeref Saygılı, Cengiz Cihan, Hasan Yurtoğlu: Türkiye Ekonomisinde Sermaye Birikimi,
Büyüme ve Verimlilik, 1972-2000, Ankara: DPT Yayınları.
Yayın No:2665, Aralık 2002, ss. 45-46.
* 2001-2003 Verileri http://ekutup.dpt.gov.tr/tg,
30.10.2004 verilerinden hesaplanmıştır.
|
Bir
ekonominin performansını ölçmede en sık kullanılan göstergelerden bir diğeri
fiyat hareketleridir. Fiyatlar genel seviyesinin yükselmesi, ekonominin
dengelerinin bozulmasına, geliri sabit kesimler aleyhine gelir dağılımının
kötüleşmesine, geleceği belirsizleştirerek yatırımların spekülatif alanlara
kaydırılmasına ve borç verenleri zarara uğrattığı için de kredi piyasasının
olumsuz etkilenmesine neden olur. Böylece fiyatlar genel seviyesinin büyük
dalgalanmalar göstererek yükselmesi veya düşmesi sağlıklı bir ekonomi için
istenmeyen durumdur. Enflasyon oranı yüksek olan ülkeler, genellikle
ekonomileri iyi yönetilmeyen ülkelerdir[23]. Ağırlıklı olarak 1980’li
yılları dikkate alındığında Türkiye açısından enflasyonun ilgili dönemde %60’larda
olduğunu söylemek mümkün. 1980-2000 yılları arasında dünya enflasyonun Türkiye
ve Doğu Avrupa ülkeleri hariç genelde düşüş eğiliminde olduğu söylenebilir.
1980 sonrası dünyada enflasyon düşüş eğilimine girerken Türkiye’de yüksek
düzeyini korumaya ve yükselme eğilimini sürdürmeye devam etmiş, 2003 yılı
itibariyle enflasyonda düşme gerçekleşmeye başlamıştır.
Kamu Kesimi Dengesi
Türkiye’de
özellikle planlı dönemden itibaren kamunun ekonomi içindeki ağırlığı artmıştır.
Kamu büyük yatırımlara girişirken tasarrufta bulunmamıştır. Böylece yetmişli
yılların sonundan itibaren kamu açığı artarak devam etmiş ve bu açıklar yüksek
enflasyon ve faiz sarmalında ekonomiyi kırılgan hale getirmiştir. Teorik olarak
ifade edersek gelirlerini aşacak şekilde devlet harcamalarının artması kısmi
veya genel dengesizlik yaratabilecektir. Kısmi dengesizlik bir veya birkaç
sektörde talep ile arz arasındaki dengesizlikle oluşmaktadır. Ancak bu sektörlerin
ekonomi içindeki payları ve tamamlayıcı sektörlerle olan ilişkileri
doğrultusunda kısmi bir dengesizliği, genel bir fiyat artışına dönüştürmeleri
kaçınılmaz olacaktır. Özellikle, kısmi dengesizlik görülen sektörlerdeki fiyat
artışlarının, yarı mamul ve hammadde piyasalarına yansıması ve dolayısıyla
diğer sektörlerde de maliyet artışlarının baş göstermesi, ekonomik bunalımı
genel bir dengesizliğe dönüştürebilecektir[24]. Bilindiği gibi
yatırımlar ya tasarruf ile yada borçlanarak yapılmaktadır. Bu itibarla kamu
yatırımlarının bir bölümünün açık finansmanla yapılması üretim faktörlerine
gelir kazandırırken, bu gelir karşılığında zamanında ve yeteri kadar arzı
piyasaya sunamadığından kamu harcamaları bir talep fazlalığı yaratmakta, bu da
fiyatlar genel seviyesi üzerinde yukarı doğru bir baskı oluşturmaktadır.
Kamu
bir yandan özel tasarrufları tüketerek işletmelerin fon maliyetlerini ve
dolayısıyla faizleri yukarı çekerken, diğer yandan da karşılığında piyasaya bir
arz olmadan, üretim faktörlerine gelir aktararak fiyatlar üzerinde talep
baskısı oluşmasına sebep olmuştur. Son yıllarda enflasyon nedeniyle ekonomik
kırılganlığın artması, kamu yönetiminin açık finansman yöntemlerine ve yoğun
borçlanmaya başvurması faiz oranlarını artırmış, artan faiz oranları ise
enflasyonu artma yönünde etkilemiştir.
Tablo 5: Kamu Kesimi
Gelir Ve Harcamalarının GSMH’ya Oranı
(%)
1980
|
1985
|
1990
|
1994
|
1999
|
2000
|
2001
|
2002
|
2003
|
|
HARCAMALAR
|
20,33
|
15,03
|
16,92
|
23,08
|
35,89
|
37,40
|
46,00
|
42,87
|
39,40
|
Cari
|
9,33
|
5,93
|
8,93
|
9,49
|
11,70
|
10,82
|
11,56
|
11,18
|
10,80
|
Yatırım
|
3,50
|
2,91
|
1,72
|
1,30
|
2,00
|
2,20
|
2,72
|
3,08
|
2,00
|
Transfer
|
7,50
|
6,19
|
6,27
|
12,30
|
22,18
|
24,37
|
31,72
|
28,60
|
26,60
|
-Faiz Ödemeleri
|
0,59
|
1,91
|
3,52
|
7,67
|
13,69
|
16,27
|
23,27
|
18,97
|
16,42
|
İç Faiz Ödemeleri
|
0,42
|
0,70
|
2,42
|
6,00
|
12,55
|
14,96
|
21,25
|
17,12
|
14,77
|
Dış Faiz Ödemeleri
|
0,17
|
1,21
|
1,10
|
1,67
|
1,14
|
1,31
|
2,02
|
1,85
|
1,65
|
-KİT'lere Transfer
|
3,82
|
0,51
|
0,32
|
0,54
|
0,53
|
0,71
|
0,63
|
0,79
|
0,53
|
-Vergi İadeleri
|
0,10
|
2,05
|
0,90
|
0,80
|
1,48
|
1,30
|
1,65
|
2,07
|
2,33
|
-Sosyal Güvenlik
|
0,84
|
0,59
|
0,31
|
1,01
|
3,51
|
2,64
|
2,90
|
4,10
|
4,46
|
-Diğer Transferler
|
2,15
|
1,12
|
1,23
|
2,27
|
2,96
|
3,45
|
3,27
|
2,67
|
2,72
|
GELİRLER
|
17,20
|
12,77
|
13,91
|
19,16
|
24,03
|
30,45
|
29,09
|
27,62
|
28,10
|
Genel Bütçe
|
17,00
|
12,48
|
13,74
|
19,03
|
23,78
|
30,21
|
28,74
|
27,26
|
27,60
|
-Vergi Gelirleri
|
14,14
|
10,83
|
11,43
|
15,12
|
18,91
|
25,08
|
22,52
|
21,81
|
23,60
|
-Vergi Dışı Normal Gel.
|
2,66
|
1,29
|
1,07
|
1,24
|
2,41
|
2,78
|
4,20
|
3,98
|
2,90
|
-Özel Gelir ve Fonlar
|
0,20
|
0,35
|
1,24
|
2,67
|
2,46
|
2,35
|
2,02
|
1,48
|
1,10
|
Katma Bütçe
|
0,20
|
0,29
|
0,17
|
0,13
|
0,25
|
0,24
|
0,35
|
0,36
|
0,50
|
GELİR GİDER FARKI
|
-3,13
|
-2,26
|
-3,01
|
-3,91
|
-11,86
|
-10,93
|
-16,91
|
-15,25
|
-11,90
|
Emanet ve Avans.Net Değişme
|
0,29
|
-0,33
|
-0,10
|
0,01
|
-0,07
|
0,08
|
-2,01
|
1,72
|
-0,60
|
NAKİT AÇIĞI
|
-2,84
|
-2,59
|
-3,11
|
-3,91
|
-11,90
|
-10,85
|
-18,92
|
-13,53
|
-11,90
|
DPT
verilerinden özetlenerek alınmış Tablo 5 Türkiye’nin kamu dengesi hakkında bir
fikir vermektedir. Yirmi iki yıllık dönemde kamu harcama ve gelirlerinin GSMH’ya
oranı sırasıyla ortalama %22,63 ve %17,32 iken 2001 yılında %44,49 ve %28,47
olmuştur. Böylece hem bütçe gelir-gider farkı büyümüş hem de Kamu Kesimi
borçlanma gereği artmıştır. 1980’den dış borç krizinin derinleştiği 2001 sonuna
kadar transfer harcamaları 4 kat
artarken borç faizi ödemeleri yaklaşık 39 kat artmıştır. Devlet son yıllarda
borcu borç ile çevirir hale gelmiştir. 1999 yılında IMF ile yapılan stand-by
anlaşmasıyla özelleştirme, bankacılık reformu ve sosyal güvenlik reformu
uygulamaya konularak bunlara yapılan transferler azaltılmış, bütçe dışı fonlar
ve görev zararları yasal düzenlemelerle ortadan kaldırılmıştır. Hatta 1995
yılından bu yana KİT açıkları konsolide bütçe içinde fazla bir öneme sahip
değildir
Geçmişten
birikerek gelen borçluluk ve dış konjonktürün olumsuz etkileri ve yaşanan
krizlerle iç ve dış borç GSMH’yı aşmıştır. Borcun çevrilebilirliği riski
faizlerinin sürekli yüksek kalmasına neden olarak, hem enflasyonu beslemekte
hem de borçlanmanın maliyetini artırarak yatırım ve üretimi engellemekte; özel
sektörün tasarrufları ve dış kaynaklar yüksek reel faizle kamu açıklarının
finansmanında kullanılarak kriz ve istikrarsızlık süregen bir hal almaktadır.
1980’yılından bu yana borçlanmak amacıyla iç ve dış kaynaklara sıkça baş
vurulmaktadır. Son yıllarda vergi gelirlerinin tamamı borç ana para ve faiz
ödemelerine gitmektedir. Özellikle 2000 ve 2001 krizleri ve 2001
devalüasyonuyla borçluluk GSMH ‘yı aşarak sürdürülemez hale gelmiştir.
Burada
önemli bir konu da Kamu Kesimi Borçlanma Gereği arttıkça iç borçlanma faiz
oranlarının mevduat faiz oranlarından oldukça yüksek seyretmesi ve enflasyon
ile paralel bir trend izlemesidir. Bu ilişki enflasyon-yüksek faiz-volatil
büyüme arasında yakın bir ilişki olduğunu göstermektedir. 1987-88 aralığında
vergi gelirlerinin yüzde 85-95’ini götüren borç ödemeleri, 1993 yılından
itibaren vergi gelirlerini aşmaya hatta katlamaya başlamıştır[25]. Uluslararası ölçütlere
göre kamu borçlarının ulusal gelirin %60’ını aşması riskli kabul edilmektedir.
Türkiye’de ise son yıllarda bu sınır aşılmıştır. Dolayısıyla kamu finansman
dengesi açısından olumsuz bir performansa sahiptir. Özellikle 1991 yılından
itibaren kamu iç borçlanma kağıtlarının birleşik faizleri sürekli yıllık ortalama
enflasyon artış oranının üzerinde seyrederek önemli oranlarda reel faiz elde
edilmiştir. Bu çarpık fonlama ilişkisi kaynak tahsisini önemli ölçüde
etkileyerek tasarrufların paradan para kazanmaya yönelmesine neden olmuştur.
Böylece tasarrufları yatırımlara dönüştürmesi gereken bankalar kamu açıklarından
kazanç elde eden birer rantiyer durumuna gelmişlerdir. Dönem içinde vergi
gelirlerinin GSMH’ya oranı sürekli artmış, buna rağmen kamu kesiminin toplam
borcu sürekli artmaya devam etmiştir. Kamu kesimi açıklarının göstergesi olarak
kullanılan kamu kesimi borçlanma gereği (KKBG), devletin gerçek açığının sadece
bir kısmını göstermektedir[26].
Dış Ticaret Dengesi
Dünya
ticareti sınıflamasında Türkiye, yapısal dış ticaret açığı sorunu olan
ülkelerden birisidir. İncelenen dönem esas alındığında Türkiye’nin 1980-2003 dönemi
sürekli ithalatı ihracatından fazla olan ve aradaki ithalat lehine olan farkı
dış borçlarla kapatan bir ülkedir[27].
Ekonominin
reel kesimindeki gelişmelerin bir göstergesi de dış ticaret sektöründeki
gelişmelerdir. Dışa kısmen yada tamamen açık bir ekonomide bu gösterge
önemlidir. Türkiye bu dönemde dış ticaretin yapısı açısından önemli gelişmeler
başarmıştır. 1980-2003 yılları arasında ihracat yaklaşık onbir kat artarken,
ithalat beş kat civarında artmıştır. İhracat dönemin başında tarım ürünleri
ağırlıklıyken, bu dönemin içinde sanayi ürünleri ağırlıklı hale gelmiştir. 1994
ve 2001
Tablo
6: Dış Ticaret Dengesi
|
|||||||
YILLAR
|
İHRACAT
/
GSMH
(%)
|
İTHALAT
/ GSMH (%)
|
DIŞ
TİC. DENGESİ / GSMH (%)
|
YILLAR
|
İHRACAT
/
GSMH
(%)
|
İTHALAT
/ GSMH (%)
|
DIŞ
TİC. DENGESİ / GSMH (%)
|
1992
|
9,2
|
14,3
|
-5,1
|
||||
1980
|
4,3
|
11,6
|
-7,3
|
1993
|
8,4
|
16,2
|
-7,8
|
1981
|
8,3
|
15,8
|
-7,5
|
1994
|
13,8
|
17,8
|
-4,0
|
1982
|
8,9
|
13,8
|
-4,9
|
1995
|
12,6
|
20,8
|
-8,2
|
1983
|
9,5
|
15,3
|
-5,8
|
1996
|
12,6
|
23,6
|
-11,0
|
1984
|
12,1
|
18,2
|
-6,1
|
1997
|
13,7
|
25,4
|
-11,7
|
1985
|
11,9
|
17,0
|
-5,1
|
1998
|
13,2
|
22,4
|
-9,2
|
1986
|
9,9
|
14,8
|
-4,9
|
1999
|
14,2
|
21,8
|
-7,6
|
1987
|
11,9
|
16,5
|
-4,6
|
2000
|
13,9
|
27,2
|
-13,3
|
1988
|
12,9
|
15,8
|
-2,9
|
2001
|
21,3
|
27,5
|
-6,2
|
1989
|
10,8
|
14,7
|
-3,9
|
2002
|
19,7
|
28,2
|
-8,5
|
1990
|
8,5
|
14,7
|
-6,2
|
2003
|
19,8
|
29,1
|
-9,0
|
1991
|
9,0
|
13,9
|
-4,9
|
2004*
|
23,0
|
36,6
|
-13,5
|
Kaynak: DPT, Ekonomik Ve Sosyal Göstergeler 1950-2003, www.dpt.gov.tr, HDTM,Hazine
İstatistikleri 1980-2001 www.hazine.gov.tr , 2004 Altı Aylık II
Dönem Verileri, DİE, http://www.die.dpt.gov.tr/TURKISH/SONIST/DISTICIST/disticist.html,
30/10/2004
|
devalüasyonlarıyla
ihracat fiyat avantajı ile artış eğilimini sürdürmektedir. 1980’lerin ihracata
dayalı büyüme modeliyle önem kazanan sanayi ürünleri ihracatı 1990’lı yılların
sonuna doğru toplam ihracatın %85-90’ını oluşturmaktadır. İhracatta ilk sırada
tekstil ve hazır giyim gibi tarıma ve yoğun emek gücüne dayalı sanayiler
gelmektedir. Türkiye ancak son birkaç yılda yoğun teknoloji ürünleri ihraç
etmeye başlamıştır. İthalat ana sektörler itibariyle dikkate alındığında ise
ithalatta ilk sırada yer alan ürünlerin ağırlıklı olarak imalat sanayinde
kullanılan girdilerden oluştuğu gözlenmektedir. Esasen ithalatın %25’inin
sermaye mallarından, %60’ının hammadde ve geriye kalan %15’inin de tüketim
mallarından oluştuğu dikkate alındığında, Türk imalat sanayinin önemli ölçüde
dış üretim girdilerine bağımlı olduğu sonucuna varılabilir[28].
Sonuç
olarak, 2001 devalüasyonuyla Türkiye’nin ihracatında önemli gelişmeler
yaşanırken, GSMH’ya oranının %13,9’dan %21,3’e çıkması, üretim yapısının
ithalata bağımlılığı kısa vadede çözülebilecek bir sorun olmadığından, ödemeler
dengesi problemi kısa vadede iyi bir performans sergileyecek gibi gözükmemektedir.
Bunun bir diğer nedeni de ihraç ürünlerinin tekstil ve hazır giyim gibi tarımsal
girdi ve yoğun emek kullanılan sektörler olmasıdır.
İstihdam-İşsizlik ve Büyüme
Tablo
7’deki veriler, Türkiye’de işsizlik sorununun en önemli ekonomik problemlerden
biri olduğunu göstermektedir. Bu uzun vadeli büyümenin önündeki en büyük
engellerden birisidir.
Ayrıca Gelir
dağılımı ölçümlerinin yıllık yapılmaması ve kayıt dışı ekonominin büyüklüğü gibi
sorunlar işsizliğin büyümeye etkisini tam olarak anlamayı zorlaştırmaktadır.
Özellikle
Türkiye gibi büyümesi oldukça volatil (oynak) ve büyük oranda dış kaynağa
bağımlı bir ekonomide üretimin yapısını analize katmak zorunludur. Çünkü
büyümenin refah artırıcı ve kalıcı olabilmesi temelde üretim yapısının sınai
karakter kazanması ile yakından ilişkilidir[29]. Bu açıdan
Tablo 7: Türkiye’de İstihdamın Yapısı
YILLAR
|
SİVİL İŞGÜCÜ
|
SİVİL İSTİHDAM
|
İŞSİZ
|
İŞSİZLİK ORANI (%)
|
EKSİK İSTİHDAM
|
EKSİK İSTİHDAM ORANI (%)
|
İŞSİZLİK+EKSİK İSTİHDAM (ATIL İŞGÜCÜ) ORANI
(%)
|
SİVİL İSTİHDAMIN SEKTÖREL DAĞILIMI (%)
|
||
TARIM
|
SANAYİ
|
HİZMETLER
|
||||||||
1988
|
19.391
|
17.755
|
1.638
|
8.4
|
1.281
|
6.6
|
15.0
|
0.46
|
0.16
|
0.38
|
1989
|
19.931
|
18.222
|
1.709
|
9.0
|
1.389
|
7.0
|
16.0
|
0.47
|
0.16
|
0.37
|
1990
|
20.150
|
18.539
|
1.612
|
8.0
|
1.309
|
6.0
|
14.0
|
0.47
|
0.15
|
0.38
|
1991
|
21.010
|
19.288
|
1.723
|
8.0
|
1.513
|
7.0
|
15.0
|
0.48
|
0.15
|
0.37
|
1992
|
21.264
|
19.459
|
1.805
|
9.0
|
1.748
|
8.0
|
17.0
|
0.45
|
0.16
|
0.39
|
1993
|
20.314
|
18.500
|
1.815
|
9.0
|
1.568
|
8.0
|
17.0
|
0.42
|
0.16
|
0.42
|
1994
|
21.877
|
20.006
|
1.871
|
9.0
|
1.856
|
8.0
|
17.0
|
0.44
|
0.16
|
0.40
|
1995
|
22.286
|
20.586
|
1.700
|
8.0
|
1.568
|
7.0
|
15.0
|
0.44
|
0.16
|
0.40
|
1996
|
22.697
|
21.194
|
1.503
|
7.0
|
1.539
|
7.0
|
14.0
|
0.44
|
0.16
|
0.40
|
1997
|
22.755
|
21.204
|
1.552
|
7.0
|
1.398
|
6.0
|
13.0
|
0.42
|
0.18
|
0.40
|
1998
|
23.385
|
21.779
|
1.607
|
7.0
|
1.449
|
6.0
|
13.0
|
0.42
|
0.17
|
0.41
|
1999
|
23.878
|
22.048
|
1.830
|
8.0
|
2.164
|
9.0
|
17.0
|
0.40
|
0.17
|
0.43
|
2000
|
23.078
|
21.581
|
1.497
|
6.5
|
1.591
|
6.9
|
13.4
|
0.36
|
0.18
|
0.46
|
2001
|
23.491
|
21.524
|
1.967
|
8.4
|
1.404
|
6.0
|
14.4
|
0.38
|
0.17
|
0.45
|
2002
|
23.818
|
21.354
|
2.464
|
10.3
|
1.297
|
5.4
|
15.7
|
0.35
|
0.19
|
0.46
|
2003
|
23.640
|
21.147
|
2.493
|
10.5
|
1.143
|
4.8
|
15.3
|
0.33
|
0.17
|
0.50
|
2004*
|
24.457
|
22.188
|
2..269
|
9..3
|
1.002
|
4.1
|
13.4
|
0.34
|
0.17
|
0.49
|
Kaynak:DPT,
www.dpt.gov.tr
* 2004
Yılı Verileri altı aylık dönemi kapsamaktadır.
bakılarak
Tablo 7, Tablo 1 ve Tablo 4 ile birlikte ele alındığında sanayisi yeterince
gelişmemiş yada diğer bir değişle tarım toplumu karakteri arz eden bir
ekonomide hizmetler sektörünün GSMH içinde bu oranda bir yer işgal etmesi
çarpık bir yapıyı açıklamaktadır. Türkiye’de 1960-85 arası dönemde yoğun iç göç
ile şehirleşme sanayileşmenin önüne geçmiştir. Hizmetler sektörü gerçek bir
sanayi toplumundaki hizmetler sektöründen çok verimsiz ve gereksiz işlerin
ağırlıklı olduğu bir enformel sektör özelliği arz etmektedir. Tarım kesimi ise
modern bir tarımdan çok işsizlik sorununu geleneksel üretim kalıpları içinde
çözmeye çalışan feodal bir yapı görünümündedir.
Sanayi sektöründe 1980 sonrası
yeterli sabit sermaye yatırımlarının yapılmaması nedeniyle sınai istihdam hemen
hemen hiç artmamıştır.
Verimlilik ve AR-GE Harcamalarının
Payı
Her
hangi bir ülkenin gelişme performansını ölçmekte kullanılan en temel gösterge
verimliliktir. Verimlilik göstergeleri genel olarak iki gruba ayrılabilir:
kısmi verimlilik ve toplam faktör verimliliği. Kısmi verimlilik göstergelerinde
her bir üretim faktörünün verimi ayrı ayrı ele alınmaktadır. Toplam faktör
verimliliği ise üretim faktörlerinin toplam verimlilinin anlatımıdır.
Türkiye
ekonomisinde 1972 yılında %1 olan emek verimliliği 1999 yılında %2,7 düzeyine
yükselmiştir. Beklenenin aksine 1980 sonrası işgücü verimliliğinde önemli bir artış yaşanmamıştır. 1972-1979 ve 1980-1999
dönemlerinde işgücü verimlilik artış oranları sırasıyla tarım sektöründe %1.3
ve %0,8 sanayide %1.7 ve %3,5, hizmetler sektöründe %0,7 ve %1,4 olmuştur.
Diğer kısmi verimlilik göstergesi olan sermaye verimliliği ise 1972-2000
döneminde, ekonomi genelinde yıllık ortalama %1,5 dolayında azalmıştır[30].
1980
sonrası dönemde uygulanan Neoliberal iktisat politikaları, göreli fiyat
hareketleri ile kaynakların etkin bir şekilde tahsis edileceği beklentisine,
ekonomi politikalarının oluşturulmasında dış dinamiklerin ön plana
çıkarılmasına ve devletin ekonomik alandaki rolünün daraltılmasına dayanmıştır.
Neoliberal iktisat politikaları, imalat sanayinde 1960 ve özellikle 1970’li
yıllarda gerçekleştirilen yapısal dönüşümün durmasına ve hatta 1960’ların başlarındaki
yapıya dönülmesine yol açmıştır. Teknolojik yetkinleşme, nitelikli insan gücü
ve dinamik mukayeseli üstünlüklere dayalı bir sanayileşme yaklaşımı yerine,
varolan mukayeseli üstünlükler temelinde uluslararası ekonomiyle bütünleşmeyi
hedefleyen ve özendiren bu politikalar sonucunda, tekstil gibi emek- yoğun ve
demir-çelik gibi fiyat esnekliği yüksek olan sektörler, düşük maliyet ve düşük
fiyat temelinde üstünlük kazanmış ve ihracat yapısı giderek bu sektörler
üzerinde yoğunlaşmıştır.İmalat sanayinin yapısına daha ince bir ayrıntı
düzeyinde bakıldığında, 1983 yılı başından bu yana uygulanan ihracat odaklı
politikalar sonucunda düşük ücretli sanayiler üzerinde yoğunlaşan bir sanayi
yapısı ortaya çıktığı görülmüştür[31].
Örnek olarak 2000 yılı ihracatı içinde yüksek teknolojili ihracatın toplam
ihracata oranı %5’tir[32].
Teoride
büyümenin dinamiği olarak kabul edilen AR-GE yatırımları verimlilik artışında
önemli bir faktör olmasına karşılık AR-GE yatırımları oldukça düşüktür. Ayrıca
bu konuda oldukça kısıtlı istatistiki veri bulunması sağlıklı bir analiz
yapılmasını engellemektedir. Mevcut verilerden yola çıkıldığında ise Türkiye’de
AR-GE’ye ayrılan kaynak oldukça sınırlıdır. AR-GE yatırımlarının yetersizliği Türkiye
ekonomisinde büyümenin kaynakları içinde verimlilik artışının çok küçük bir
katkısı olması sonucunu vermektedir. Türkiye’de AR-GE faaliyetlerine ayrılan
kaynak ortalama GSMH’nın %0.5’i (binde beş) dolayındadır. Bu oran gelişmiş
ülkelerde ortalama %2-3’tür. 1995 yılında yapılan bir araştırmaya göre onbin
işgücü başına araştırmacı sayısı çoğu OECD ülkesinde 55-75 aralığında bulunurken,
bu oran Türkiye’de 7’dir. Uluslararası kurumlardan 1999 yılında alınan patent
sayısı ABD’de 94 bin, Fransa’da 4 bin, Almanya’da 10 bin, Japonya’da 33 bin,
G.Kore’de 3,700 ve İsrail’de 800 dolayında iken, bu rakam Türkiye’de sadece 4’tür[33].
Ülkelerin teknoloji üretme ve
geliştirme kapasiteleri ile sanayilerin bu yenilikleri kullanabilme
kapasiteleri arasında farklar bulunmaktadır. Burada temel sorun, bilim ve
teknolojideki gelişmelerin piyasa şartlarının bir fonksiyonu olarak mı, yoksa
bilim ve teknoloji politikasının bir fonksiyonu olarak mı gerçekleştiğidir?
Bilimsel ve teknolojik gelişme ile piyasa şartları arasındaki ilişkiler tek
boyutlu olmayıp, karmaşık bir yapı sergilemektedir. Türkiye gibi bir ülke için bilim
ve teknolojinin istenen düzeyde gelişmesini sağlayacak AR-GE faaliyetleri ve
bunun için gerekli olan bilimsel ve teknolojik alt yapının kurulması ve bilim
adamı, mühendis ve teknisyen yetiştirilmesi, tek tek firmaların veya kurumların
üstesinden gelemeyecekleri kadar büyük harcamalar ve geniş çaplı kurumsal
düzenlemeler gerektirmektedir[34].
Ayrıca bu faaliyetlerin dışsallıkları çok ve rekabeti dışlayan özelliklerinden
dolayı gelişmekte olan ülkelerde özel kesimin bu sektörlere yönelmesi zordur.
Bundan dolayı Türkiye’de verimlilik olgusu sadece piyasa güçlerine bırakılamaz.
Verimlilik konusunda Kamu bilinçli politikalarla iktisadi yaşamın içinde yer
alıp yönlendirici olmalıdır.
Büyümenin Dinamikleri ve Kaynakları
1980
sonrasında Neoliberal ekonomik açılımlar ile ekonomik büyümenin
hızlandırılmasının amaçlandığı büyüme stratejisi, sermaye birikiminde gerilemeye,
buna bağlı olarak da ekonomik büyümenin yavaşlamasına neden olmuştur. Ancak,
1980 öncesinde yaratılan üretim kapasitesinin daha etkin kullanılması sonucu
ekonomik büyümedeki yavaşlama sermaye birikim hızındaki yavaşlamadan çok daha
düşük bir düzeyde gerçekleşmiştir[35]. Sermaye birikimindeki
yavaşlama ekonominin istihdam yaratma kapasitesini sınırlamış, istihdamda
gerilemeler yaşanmıştır. Üretim ve istihdamda tarım ve sanayi sektörlerinin payı
azalırken hizmetler sektörünün payı artmıştır. Aynı şekilde sermaye birikiminde
de tarım ve sanayi sektörlerinin payı azalırken hizmetler sektörünün payı
artmıştır. İhracatın belirleyiciliği doğrultusunda, üretimin yoğunluğu
teknoloji yoğun alanlardan, emek yoğun alanlara kaydığından büyümeye katkıda
bulunan bir verimlilik artışı sağlanamamıştır. Çünkü hızlı bir sermaye birikimi
sağlayabilmek için ileri teknoloji ihtiva eden ürünler üretmek ve ihraç etmek
gerekir. Böylece dış ticaret hadleri ülke lehine bir gelişme gösterebilecek,
ihracat gelirleri ihracat hacminden daha hızlı artarak iktisadi büyüme hızlı ve
sürekli bir şekilde gerçekleşebilecektir[36].
Öte
yandan, 1980-2003 döneminde nüfus artış oranı azalmasına rağmen uzun vadeli
büyümeyi önemli ölçüde negatif yönde etkilemeye devam etmektedir. Mevcut duruma
büyüme teorileri açısından yaklaşıldığında; geçmiş sermaye stokuna dayalı
olarak sağlanan büyüme ve yeni sermaye birikimlerinin yapılamaması; bunun
yanında teknoloji yoğun üretim süreçlerine, AR-GE ve beşeri sermayeye gerekli
yatırımlarının yapılmaması, gelecekte ekonomik büyümenin sürdürülebilmesi
açısından riskler taşımaktadır.
Sermaye
birikimi, istihdam artışı ve toplam faktör verimliliği artışının ekonomik
büyümeye katkısının tahmin edildiği bir çalışmanın kısmi sonuçlarının sunulduğu
Tablo 8’de gösterilen veriler, incelenen dönemler ve ülkeler arasında
farklılıklar olmakla birlikte, sermaye birikimi ve toplam faktör verimliliği
artışının ekonomik büyümenin kritik unsurları olduğunu göstermektedir. Toplam
faktör verimliliğinin ekonomik büyümeye katkısı yeni ekonomi sürecinde daha da artmıştır.
Tablo 8: Bazı OECD Ülkelerinde Büyümenin Kaynakları
|
||||
ÜLKE VE DÖNEMLER
|
GSYİH BÜYÜMESİ (yıllık Ortalama)
|
Sermaye Birikiminin Katkısı
|
İstihdam Artışının Katkısı
|
Toplam Faktör Verimliliği Artışının Katkısı
|
ABD
1970-2000
1970-1991
1992-2000
|
3,06
2,68
3,95
|
33,8
34,5
32,7
|
40,5
47,5
30,1
|
25,1
17,8
36,6
|
FRANSA
1970-2000
1970-1991
1992-2000
|
2,62
2,96
1,82
|
44,7
43,7
48,4
|
-8,0
-1,4
-33,2
|
63,2
57,4
85,3
|
TÜRKİYE
1972-2000
1972-1991
1992-2000
|
4,02
4,38
3,24
|
72,3
70,1
79,0
|
21,0
20,0
23,8
|
6,5
9,5
-2,1
|
Kaynak: Şeref SAYGILI, Cengiz CİHAN, Hasan YURTOĞLU: Türkiye Ekonomisinde Sermaye Birikimi,
Büyüme Ve Verimlilik:1972-2000, Ankara: DPT Yayınları. Yayın No:2665,
Aralık 2002, s.15.
|
Araştırmada
1972-2000 döneminde Türkiye ekonomisinde büyümenin sürükleyici gücünün sermaye
birikimi olduğu tespit edilmiştir. Bu dönemde GSYİH artışının yaklaşık yüzde 72’si
sermaye birikiminden kaynaklanırken, toplam faktör verimliliğinin ekonomik büyümeye
ciddi bir katkısının olmadığı sonucuna varılmıştır[37].
Yeni
ekonomi döneminde Türkiye ekonomisinin büyüme kaynaklarında belirgin bir
farklılık yaşanmamıştır. Bu ise uzun dönem büyümenin önündeki en büyük
engellerden birisidir. Son yıllarda dünyada “bilim ve teknoloji yoğun sanayiler”
denilen bir grup sanayi dalı gelişmeye başlamış olup bu sanayilerden bir kısmı
örneğin iletişim, elektronik, genetik teknolojisi vs. daha önce mevcut olmayan
sanayilerdir. Bir kısım geleneksel sanayi dallarında ise, bilim ve teknoloji
yoğun olarak kullanılmaya başlamış ve bu sanayilerde gerek mekanizasyon gerekse
otomasyon sayesinde büyük gelişmeler olmuştur. 1980 sonrası yapısal uyum
politikaları çerçevesinde hızlı ve kapsamlı bir özelleştirme programıyla kamu
sektörü sanayi yatırımları hızla düşürülürken özel sektör yatırımlarının
yeterince artmaması, Türkiye’nin teknolojide dışa bağımlı olması ve teknoloji
yoğun yatırımlar konusunda özgün politikalar uygulayamaması, sanayi sektörü
içinde nispi ileri teknolojilere ihtiyaç duyan ara ve yatırım mallarına doğru
yapısal bir değişimin gerçekleşmesini engellemiştir[38].
İktisadi
büyüme yazını eğitim ve diğer sosyal altyapı harcamaları ile milli gelirin
büyümesi arasında doğrudan ve kuvvetli ilişkiler olduğunu bulunduğunu göstermektedir.
Eğitim yatırımları işgücünün verimliliğini doğrudan yükseltmekte ve
sürdürülebilir bir büyüme için önemli dışsallıklar sağlamaktadır. Buna ek
olarak orta sınıfların kendisini yeniden üretebilmesi için devletin eğitim
yatırımlarına yönelik harcamalarının önemi büyüktür. Bu açıdan Türkiye
ekonomisine bakıldığında kamu harcamaları içinde eğitim harcamalarının oranları
son yıllarda sürekli olarak düşmektedir. 1990 yılında toplam kamu harcamaları
içinde eğitimin oranı %18,8 iken bu oran azalarak 2000 yılında %11,2’ye
düşmüştür[39].
SONUÇ
Klasik
Teori yatırımların kapasite artırıcı etkisi üzerinde dururken, Keynesyen Teori
(kısa vadede) gelir artırıcı etkisi (çarpan etkisi) üzerinde durur. Büyüme
teorileri ise bu iki etkiyi birlikte dikkate alır. Keynesyen Büyüme Teorisi’nin
özü; yatırımların kapasite yaratıcı etkisidir. Bir başka deyişle ekonomiler
ancak üretim güçleri arttıkça büyür ve gelişirler. Bunu sağlayan ise yatırımdır.
Yatırımın kapasite yaratıcı etkisi göz önüne alındığı zaman, aranıp bulunması gereken
husus; ekonomilerin tam istihdam seviyesini devam ettirebilmek için
yatırımların her yıl ne ölçüde artırılması gerektiğidir. Harrod-Domar Modeli’nde
büyüme sürekli olarak net yatırımların yapılmasını gerektirir. Yatırımlar gelir
artışı tarafından yapıldığına göre, büyüme süreci içinde yatırımlar, çıktı
kapasitesinin ve çıktının artmasına, bu da yeni yatırımların yapılmasına yol
açmaktadır. Bu sürecin kesintisiz sürebilmesi için, yatırımın ortaya çıkardığı
çıktı artışının (arzın) talep tarafından karşılanması gerekmektedir. İşgücünün
ve sermaye stokunun büyüme oranı model için veri parametreleridir. Bundan
dolayı model özünde piyasa mekanizmasına atfedilen etkinliği tartışma konusu
yapmaktadır. Etkinliğin sağlanması için, devlet sürekli dengeleyici bir unsur
olarak ekonominin içinde yer almalıdır. Çünkü büyüme oranının korunması için
gerekli ilave yatırımların düzeyini devlet ayarlayabilir.
Solow modelinde
emek ve sermaye girdileri ile mal ve hizmet çıktıları arasında değişmeyen fonksiyonel
bir ilişki vardır. Ekonomik büyüme uzun dönemde durağandır. Yani emek sermaye bileşimi
belirli bir oranda sabitlenecek ve sadece nüfus artışı oranında büyüyecektir.
Bunun dışında ekonomik büyümeyi artıracak ve sermaye derinleşmesini sağlayarak
ulusal ekonomiyi daha üst bir düzeye taşıyacak tek büyüme kaynağı toplumun
üretme yeteneğinde meydana gelen artışlardır. Bu artışları ekonomiye dışsal
olan teknolojik ilerleme sağlamaktadır. Kısacası büyümenin üçüncü kaynağı teknolojik
ilerlemedir ve teknolojik gelişme modele dışsaldır.Çünkü teknik ilerlemenin Neoklasik çerçeveye oturtulması güçtür. Diğer
yandan, sermaye birikimi bütün modellerdeki formel değişikliklere rağmen
önemini korumaktadır. Teknolojik gelişme, değişik nitelikteki üretim
araçlarının kullanılmaya başlanması ile mümkündür. Bu ise sermaye birikimi
olmadan teknolojik gelişmenin sağlanamayacağını gösterir. Gerek Solow gerekse
diğer Neoklasik büyüme modellerinin varsaydığı uzun dönem durağan durum büyüme
oranın sıfıra yaklaşacağı ve ülkelerin uzun dönem reel büyüme oranlarının
birbirine yakınlaşacağı tezleri tarihsel veriler tarafından doğrulanmamaktadır.
Dünya ekonomisi Kapitalizmin başlangıcından bu yana sürekli büyümektedir ve
gelişmiş ekonomiler ile diğerleri arasında yakınsama değil ıraksama
yaşanmaktadır.
Türkiye
Ekonomisi’nde 1980 sonrası uygulamaya konulan iktisat politikalarının büyümenin
dinamikleri üzerindeki etkilerinin; büyüme hızı, istihdam, nüfus yapısı,
yatırımlar, fiyat istikrarı, kamu kesimi dengesi, dış ticaret ve verimlik
ölçütleri dikkate alınarak yapılan incelemesi sonucunda büyüme hızının 1980
sonrası azalan ve volatil (oynak-istikrarsız) bir seyir izlediği ortaya
çıkmaktadır. Büyüme performansında görülen bu düşüşün ve istikrarsızlığın
nedenleri sermaye birikiminin azalması, fiyat istikrarsızlığı, sermaye
maliyetinin yüksekliği, mali disiplinsizlik, kamu açıklarının büyüklüğü, AR-GE
ve teknolojiye yapılan yetersiz yatırımlar ve işsizlik olarak sıralanabilir.
1980’li
yıllarla birlikte Neoliberal iktisat politikalarının uygulanmasıyla, ekonomide
büyüme oranları ve sermaye yatırımlarının göreceli olarak düştüğü görülmüştür. Ancak
1970’li yılarda yapılan yoğun sermaye yatırımları sonucu oluşan atıl
kapasiteler kullanıldığından büyüme oranındaki azalışın yatırım oranındaki
azalıştan daha düşük kalması sağlanmıştır. İzlenen ihracata dayalı büyüme
stratejisi, büyük oranda emek yoğun ürünlere dayandığından emek yoğun üretim,
teknoloji yoğun fiziki sermaye stokunun artmasına katkı sağlamamaktadır; emek yoğun
üretim olduğundan beşeri sermaye artışına ve yaparak öğrenme sürecine katkısı
teknoloji yoğun alanlardan az olması yüzünden, eğer sınai net yatırımlar artırılmazsa
gelecek dönemlerde büyüme oranı daha da düşecektir. Ayrıca GSMH içinde eğitim
ve AR-GE yatırımlarının yetersizliği uzun dönem büyümenin esas dinamiği olan
verimliliğin düşük olmasının nedenidir.
İstikrarsız
büyümeden istikrarlı bir büyümeye geçilmesi için eğitim ve AR-GE yatırımlarının
GSMH içindeki payının artırılması yönünde kamusal politikalar belirlenmeli,
sanayi sektörü yatırımları teşvik edilmelidir. Gelir dağılımını düzeltici
politikalar ve fiyat istikrarı büyüme için gerekli politikaların oluşturulacağı
diğer alanlardır.
Son
olarak, bu çalışmada ele alınan büyüme modelleri ekonomik büyümenin dinamikleri
hakkında yararlı düşünsel araçlar sunmaktadırlar. Bu araçlar büyüme
politikalarının belirlenmesinde yol gösterici olabilirler, ancak büyüme, ülke ekonomisinin
özgül dinamiklerine dayalı iktisat
politikası seçeneklerinin bilinçli olarak kurgulanıp uygulanabileceği politik
seçimlerin baskın olduğu süreçlerdir. Bundan dolayı modellerin sunduğu
olanakları ülkelerin özgül koşullarıyla bağdaştıran iktisat politikalarının
istikrarlı büyümeyi sağlayabileceğini unutmamak gerekmektedir.
KAYNAKÇA
ACAR, Yalçın. İktisadi
Büyüme Ve Büyüme Modelleri, Bursa: Vipaş, 4.b., 2002
AKYÜZ, Yılmaz. Sermaye-Bölüşüm-Büyüme,
Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No:
400,Ankara 1977.
BARAN, Paul, A. Büyümenin
Ekonomi Politiği,, Çev.Ergin Günçe, 1.b., İstanbul: May Yayınları, Ekim 1974.
BARRO, Robert J. “Economic Growth In a Cross-Section Of
Countries”, Quarterly Journal Of
Economics, Vol 106, No:425, May 1991, ss.407-443, National Bureau Of Economic Research, Working Paper No.
3120, http://www.nber.org/papers/w3120 5.10.2003.
BORATAV, Korkut. Türkiye İktisat Tarihi 1908-2002. 7.b., Anakara: İmge Kitapevi,
Ekim 2003,
BULUTAY, Tuncer. İktisadi
Büyüme Modelleri Üzerine Açıklamalar ve Eleştirmeler, 1.b., Ankara: Sevinç
Matbaası,1972.
CASS, D. “Optimum
Growth In An Aggregative Model Of Capital
Accumulation”, Review of Economic
Studies, Vol.32, n.91, July 1965, ss. 233-240.
DUMAN, Mehmet. “Küreselleşme
Çağında Türkiye Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme”, Bilgi Sosyal Bilimler Dergisi, sayı 2, Adapazarı, 2000
DURA, Cihan. Türkiye Ekonomisi, Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yayınları, 1991.
ERCAN, Nihal Yener. “İçsel Büyüme Teorisi: Genel Bir Bakış”, Planlama Dergisi, 42.yıl Özel Sayı,2000,
s. 129-138.
GILPIN, Robert. Global Political Economy, New Jersey,USA: Princeton University Press,
2001.
GÜBE, Yalçın. “İktisadi
Büyüme Ve İhracat Performansı”, Hazine
Dergisi, Sayı 6, Nisan 1997, s.17 32.
GÜVEL, Alper. Politik
İktisat Ve Akıl, 1.b., İstanbul: Alfa Basım Yayım, Haziran 1998
HATİPOĞLU, Zeyyat. “Büyümenin Kaynakları Yönteminin Türkiye’deki Gözlemlerinden Esinlenen
Bir Eleştirisi”, Doğuş Üniversitesi
Dergisi, Sayı:1, Ocak 2000, s.135-146.
JONES, Charles I. İktisadi
Büyümeye Giriş,1.b., Çev. Sanlı ATEŞ, İsmail TUNCER; İstanbul: Literatür
Yayınları, Nisan 2001
KAZGAN, Gülten. İktisadi
Düşünce Ve politik İktisadın Evrimi, 8. b. İstanbul: remzi Kitabevi, 1999.
KİBRİTÇİPĞLU, Aykut. “İktisadi Büyümenin Belirleyicileri Ve Yeni Büyüme Modellerinde Beşeri
Sermayenin Yeri”, Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 53, No:1-4,
Ocak-Aralık 1998, ss.207-230.
KOOPMANS, Tjalling C.; BEALS, Richard. “Minimizing Stationary Utility in a Constant
Technology”, SIAM Journal Of Applied
Mathematics, Vol. 17, n.5, September 1969, ss. 1001-1015.
MANİSALI, Erol. Gelişme
Ekonomisi, İstanbul:Art Yayın Dağıtım 1982.
MANKIW, Gregory. “Growth Of Nations”, Brooking Papers On Economic Activity,
Vol.1, 1995, ss.275-326.
PAMUK, Şevket. “Karşılaştırmalı Açıdan Türkiye’de
İktisadi Büyüme, 1880-2000” ,
İktisat Üzerine Yazılar I: Küresel
Düzen: Birikim, Devlet Ve Sınıflar, 1.b., Der. A.H.Köse, F.Şenses,
E.Yaldan, İstanbul: İletişim Yayınları ,2003, s.397.
PARASIZ, İlker. Büyüme
Teorileri, 2.b., Bursa: Ezgi Kitabevi Yayınları, Nisan 2003
RAMSEY, Frank P. “A
Mathamaticat Theory of Saving”, Economic
Journal, Vol. 38,n.152, Aralık, 1928, ss.543-559.
ROMER,Paul M. “Increasing
Returns And Long-Run Growth”, Journal
Of Political Economy, Vol. 94, n.5, 1986, ss.1002-1037.
SAVAŞ, Vural. Kalkınma
Ekonomisi, İstanbul: Beta Basım Yayım, 1974,
SAYGILI, Şeref; CİHAN, Cengiz; YURTOĞLU, Hasan. Türkiye Ekonomisinde Sermaye Birikimi,
Büyüme Ve Verimlilik:1972-2000, Ankara: DPT Yayınları. Yayın No:2665,
Aralık 2002.
SOLOW, Robert M. “A
Contribution To The Theory Of Economic Growth”, Quarterly Journal Of Economics, Vol. 70, February 1956, ss.65-94.
ŞENSES, Fikret; TAYMAZ, Erol “Unutulan Bir Toplumsal Amaç: Sanayileşme Ne Oluyor? Ne Olmalı”, İktisat Üzerine Yazılar II: İktisadi
Kalkınma Kriz VE İstikrar, 1.b., Der. A.H.Köse, F.Şenses, E.Yeldan,
İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, ss.429-461.
TARGAN, Ünal ve diğ. Enflasyonist
Ortamda Faiz Politikaları ve İşletmeler Üzerindeki Etkileri, İstanbul: İTO
Yayınları 1990.
TOPRAK, Metin ve diğerleri. Küreselleşen Dünyada Türkiye Ekonomisi, Ankara: Siyasal Kitabevi, 2001.
VOYVODA, Ebru; YELDAN, Erinç. “Eğitim Yönlü Bir Endojen Büyüme Modelinde Türkiye Ekonomisi İçin Borç
İdaresi Alternatiflerinin Analizi”, İktisat
Üzerine Yazılar II: İktisadi Kalkınma Kriz VE İstikrar, 1.b., Derleyen:
A.H.Köse, F.Şenses, E.Yeldan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, ss.363-400.
[1]Robert M. Solow, “A
Contribution To The Theory Of Economic Growth”, Quarterly Journal Of Economics, Sayı:70 Şubat 1956, s.65.
[2] Özellikle Neoliberal
politikaların açmazına bir çözüm arayışı olan yeni içsel büyüme modellerine
içkin değerlendirmelere ise bir başka çalışmanın içeriğini oluşturacak denli
kapsamlı ve önemli olması nedeniyle burada yer verilmemiştir.
[3] Frank P. Ramsey, “A Mathematical
Theory of Saving”, Economic Journal,
Cilt 38, Sayı 152, Aralık, 1928, ss.543-559.
[4] Yalçın Gübe, “İktisadi
Büyüme Ve İhracat Performansı”, Hazine
Dergisi, Sayı 6, Nisan 1997, s.17.
[5] İlker Parasız, Büyüme Teorileri, 2.b., Bursa: Ezgi
Kitabevi Yayınları, Nisan 2003.
[6] Ramsey, a.g.e, s. 557.
[7] Yılmaz Akyüz, Sermaye-Bölüşüm-Büyüme,
Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları ,No: 400,
1977, s.245.
[8] Gülten Kazgan, İktisadi
Düşünce ve Politik İktisadın Evrimi, 8 b. İstanbul: Remzi Kitapevi, 1999,
s.230.
[9] Vural Savaş, Kalkınma
Ekonomisi, İstanbul: Beta Basım Yayın, 1974, ss.321-329.
[10] Yalçın Acar, İktisadi Büyüme ve Büyüme Modelleri,
Bursa: Vipaş, 4.b., 2002, s. 89.
[11] Akyüz, a.g.e., s. 254.
[12] Solow, a.g.e., s.65.
[13] Parasız, a.g.e., s. 131.
[14] Bakınız: D. Cass, “Optimum Growth In An Aggregative Model Of
Capital Accumulation” Review of
Economic Studies, Vol.32, n.91, July, 1965, ss. 233-240.; T.C.Koopmans, R.
Beals, “Minimizing Stationary Utility in a Constant
Technology”, SIAM Journal Of Applied Mathematics,
Vol. 17, n.5, September 1969, ss. 1001-1015.
[15] Örneğin ABD ekonomisinin
1870-1994 dönemini kapsayan hesaplamalara göre, ABD ekonomisinde kişi başına
GSYİH, logaritmik ölçekte yıllık ortalama % 1,8 büyüme göstermiştir. Charles
I.Jones, İktisadi Büyümeye Giriş,1.b.,
İstanbul: Literatür Yayınları, Nisan 2001, ss.13-14.
[16] Mankiw, a. g. m., ss.282-289.
[17] Robert Gilpin, Global Political Economy, New Jersey,
USA:Princeton University Press, 2001, pp.141-147.
[18] Son dönem büyüme teorisi
üzerine yapılan araştırmaların çoğunluğunun amacı, teknolojik ilerlemenin
dışsallığı varsayımından kaçınarak büyümenin sürekliğini açıklayan modeller
geliştirmek olmuştur. Bu nedenle bu çalışmalar içsel büyüme teorisi olarak
adlandırılmıştır. Sermayenin marjinal verimliliğinin giderek azalması nedeniyle
uzun dönemde büyümenin duracağını öngören Neo-Klasik modellerin uzun dönem
büyümeyi açıklayamaması, Neo-Klasik iktisadın yoksul ülkelerin zengin ülkeleri
yakalayacağı iddiasına karşılık verilerin bunu doğrulayamaması, Neo-Klasik
büyüme modellerin 1970’lerdeki ve 1980’lerdeki ekonomik durgunluğu
açıklayamaması üzerine gelişme iktisadına ve büyüme kavramına giderek azalan
ilgi, 1980’lerden itibaren içsel büyüme modellerin ortaya çıkışı ile yeniden
canlanmıştır. İçsel Büyüme Modelleri büyümenin kaynakları ile ilgili olarak
yeni bir görüş açısı benimsemektedir. Bu yeni yaklaşım teknolojik ilerleme
kadar onun belirleyicileri üzerinde de durmaktadır. Solow’la birlikte başlayan
ve teknolojik ilerlemeyi basit bir zaman trendi olarak alan Neo-Klasik büyüme
modelinin aksine yeni büyüme modelleri teknolojik değişmenin içsel
belirleyicileri üzerinde durmaktadır. 1986 yılında Paul Romer’in Increasing Return and Long Run Growth
isimli makalesi ile ilk defa ortaya atılan ‘içsel büyüme teorisi’ esas itibari
ile Neo-Klasik üretim teorisine bir alternatif olarak getirilmiştir. Bu alandaki
çalışmalar büyümenin, ekonomik sistemin kendi dinamikleri içinde, bir takım
faktörlerin etkileşimi ile içsel olarak gerçekleştiğini ileri sürmesi
bakımından, büyümeyi, tanımlanan model ve dolayısıyla ekonomik sistem dışındaki
etkenlere bağlayan Neo-Klasik büyüme yaklaşımından önemli ölçüde ayrılmaktadır.
İçsel Büyüme Modelleri, ekonomik büyümeyi piyasa mekanizması içinde faaliyet
gösteren ekonomik güçlerin içsel olarak belirlediğini varsayarken, büyümenin
itici gücünü tanımlar ve bunun birikimini sağlayan etkenler ile büyüme
sürecinin işleyişini açıklar. Enver Alper Güler, Politik İktisat ve Akıl, 1. Basım, İstanbul: Alfa Basım Yayım,
Haziran 1998, s.11.; Paul M. Romer, “Increasing
Return and Long Run Growth”, Journal of
Political Economy, Cilt:94, Sayı:4, 1986, ss.1002-1037.; Nihal Yener Ercan,
“İçsel Büyüme Teorisi: Genel Bir Bakış”, Planlama Dergisi, 42. Yıl Özel Sayı, 2000, s.130.
[19] Y: Çıktı, K:
Sermaye,L: Emek, A: Teknoloji seviyesinin ölçüsü ve AL:
Mevcut teknoloji seviyesinde birim emek gücü başına, emek gücü ve teknolojik
seviyenin etkinliğinin (verimliliğinin) ortak ölçüsü olmak üzere Solow
Modeli’nin temel üretim fonksiyonu
ve teknolojik
gelişmenin eklendiği şekliyle üretim fonksiyonu
şeklindedir.


[20] Parasız, a.g.e., s.2
[21] %4,9-%2.7= %2.2
Solow modeline göre nüfus artış hızını vermektedir. Buna göre nüfus artış hız
büyüme oranını yaklaşık %49 düşürmüştür
denilebilir. Literatürde kabul edilen ölçütlere göre KBDG’deki büyüme oranı %
0-2 arasında ise düşük; % 2-3.75 arasında ise yavaş büyüyen; ve büyüme oranı %
3.75 oranının üzerinde ise yüksek büyümeye sahip ülkeler olarak
tanımlanmaktadır. Bu ölçütü dikkate aldındığında 1980-2001 döneminde Türkiye
Kişi başına düşen GSMH açısından düşük büyüme oranına sahip bir ülke
konumundadır denilebilir. Metin Toprak ve Diğerleri, Küreselleşen Dünyada Türkiye Ekonomisi, Ankara: Siyasal Kitabevi, 2001, s.218.
[22]Şeref Saygılı; Cengiz Cihan, Hasan Yurtoğlu, Türkiye Ekonomisinde Sermaye Birikimi, Büyüme
Ve Verimlilik:1972-2000, Ankara: DPT Yayınları, Yayın No:2665, Aralık 2002,
s.10.
[23]Ünal Targan ve Diğerleri,
Enflasyonist Ortamda Faiz Politikaları
ve İşletmeler Üzerindeki Etkileri, İstanbul: İTO Yayınları 1990, s.19-20.
[25]Toprak vd., a. g. e., s.355.
[27] Türkiye’nin dış borçları son yıllarda artarak 1998’de
GSYİH’nın %37.1’ine ve 2002’de GSYİH’sının %52,4’üne ulaşmıştır. Korkut
Boratav. Türkiye İktisat Tarihi
1908-2002, 7.b., Anakara, İmge Kitapevi, Ekim 2003, s.185.
[28]Toprak vd., a. g. e., s.
372.
[31] Fikret Şenses, Erol Taymaz, “Unutulan Bir toplumsal Amaç: Sanayileşme Ne Oluyor? Ne Olmalı”, İktisat Üzerine Yazılar II İktisadi
Kalkınma Kriz Ve İstikrar, 1.b., Derleyen: A.H.Köse, F.Şenses, E.Yeldan,
İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, s.452-453.
[32] Şenses, Taymaz:, a.g.m., s.452.
[33] Şenses, Taymaz, a.g.m., s.458.
[34]Mehmet Duman, “Küreselleşme Çağında Türkiye Ekonomisinde
Bağımlılık ve Büyüme“, Bilgi:
Sosyal Bilimler Dergisi, sayı 2, Adapazarı, 2000, s.38.
[35] Saygılı vd., a. g. e., s. 100.
[36] Duman, a.g.m., s.37.
[39] Ebru Voyvoda, Erinç Yeldan: “Eğitim Yönlü Bir Endojen Büyüme Modelinde Türkiye Ekonomisi İçin Borç
İdaresi Alternatiflerinin Analizi”, İktisat
Üzerine Yazılar II: İktisadi Kalkınma Kriz Ve İstikrar, 1.b., Derleyen:
A.H.Köse, F.Şenses, E.Yeldan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, ss.365-367.
Hiç yorum yok:
Yeni yorumlara izin verilmiyor.